Arama

Hayata Dair - Sayfa 22

Güncelleme: 2 Ekim 2013 Gösterim: 267.910 Cevap: 1.657
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
16 Temmuz 2006       Mesaj #211
kambis - avatarı
Ziyaretçi
**Sıradan bir dost evine gelince misafir gibi davranır
*Gerçek bir dost buzdolabını açıp istediğini alır.
Sponsorlu Bağlantılar

*Sıradan dost hayatta senin ağladığını görmez
*gerçek dostun omuzu senin gözyaşlarınla ıslanır

*sıradan dost senin ve ailenin telefon numarasını bilmez
*gerçek dostun telefonunda onların numarası yazılıdır

*sıradan dost partine katılınca sana bir paket bira getirir
*gerçek dost partine sana yardım etmek için erken gelir ve evi toparlamak için geç saatte gider

*sıradan dostun senin yattığı zamanda araman onu çok rahatsız eder
*gerçek dost neden bu kadar zaman beklediğini sorar derdini anlatman için neden bu kadar beklediğini sorar

*sıradan dost bir kavgadan sonra dostluğun bittiğini düşünür
*gerçek dost bir kavgadan sonra seni tekrar arar

*sıradan dost senin daima onun arkasında olmanı ister
*gerçek dost senin için her şeye hazır ve daima arkanda olandır

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
16 Temmuz 2006       Mesaj #212
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Asıl Fakirlik

Sponsorlu Bağlantılar

Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler.

Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu,

"insanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?"

"Evet!"

"Ne öğrendin peki?"

Oğlu cevap verdi, "Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar."

Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı.

Oğlu ekledi, "Teşekkürler, baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!"


NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
17 Temmuz 2006       Mesaj #213
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Hayatta pek cok insanla karsilasirsin. Ama sadece gercek dostlar senin kalbinde bir iz birakir.
Istenmeyen seyler bir tehlikeyle ilgilidir. Eger birisi seni aldatmissa bu onun sucudur. Eger o kisi seni pek cok kere aldatmissa bu senin sucundur.
Akilli insanlar yeni fikirleri tartisirlar. Normal insanlar sonuclari tartisirlar. Kucuk insanlarsa baska insanlari tartisirlar.
Kim para kaybederse cok sey kaybetmistir. Kim bir dost kaybetmisse daha fazlasini kaybetmistir ve.. Kim inancini kaybetmisse her seyini kaybetmistir.
Baskalarinin hatalarindan ogren, kendi hatalarindan ogrenemeyecek kadar kisa bir omrun var.
Hic bir zaman bir baslangic ya da son yoktur Dun gecmistir Yarin bir bilmece..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Temmuz 2006       Mesaj #214
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KAYIP YILDIZLAR

Yıldızlar biriktirdim gecemde
Her birine ışık yükledim
Karanlığımda oynayacağım oyuncak
Seyredeceğim manzara oldular
Yıldızlar biriktirdim gecemde
Her birine seni yükledim
Zamansız seyredebildim seni
Zamanı anlamayan yaşamımda
Yıldızlar biriktirdim gecemde
Bir hüzün akşamıydı
Bulutlar kötü oyuncuydu
Kaçırdılar yıldızlarımı
Halen kayıplar gecemde
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Temmuz 2006       Mesaj #215
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Göründüğün gibi ol olduğun gibi görün
Bana seni sordular,
Anlattım.
Bana beni sordular,
Sustum…
Düşündüm...
Daldım...
Rol yaptım…


Maske sözcüğü genellikle iticidir. Tiyatrodan söz etmiyorsak, bizde hemen
olumsuz bir duygu veya düşünce uyandırır. Oysa, bebekler dışında, her toplumda
herkes bir(kaç) maske takar. Üstelik, çoğumuz maskelerimizin bilincindeyizdir.
Fakat sosyal etiklerimiz ve çağdaşlığımız bunları yadsımamızı ve yadırgamamızı
dikte ettiği için; maskelerden iğrendiğimizi çoğu kez yüksek sesle dile getirme
gereksinimi duyarız. Bazen de maskelerden nefret ettiğini söyleyen birine
rastladığımızda, “evet, ben de…” dercesine başımızı sallarız.

Bu durum yüksek kabul görmüş gizli bir sosyolojik kural haline gelmiştir, hatta
üstü kapalı, vazgeçilmez bir gelenek olmuştur artık. Bu aşikar ikiyüzlülüğümüzü
ne ayıplar, ne de sorgularız. Farkına varmadan, bunu veciz bir ifadeyle adeta
göksel bir kurala da dönüştürmüşüzdür: Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi
ol.

Kişinin olduğu gibi görünmesi hiç mümkün olmuş mudur ki? Ve göründüğü gibi
olması maske takması anlamına gelmiyor mu? diye hiç düşündüğünüz oldu mu acaba?
Benim aklıma dün geldi bu soru ve yanıtlarını ararken yoğun bir kavram kargaşası
ile karşı karşıya kaldım. Galiba burada, elmalardan ayıracağımız bir sürü
portakal var…

Peki ne yapmalı bu taklitçilikten kurtulup, özümüzü yaşamak ve yaşatmak için?
Kendimizin olmayan yüz ve kişilik, kendimiz olmaya ve bizi başkalarının
sahteleri yapmaya başlamadan önce?

Öncelikle sormaktan çekindiğimiz hayatî soruları sormamız lazım bence. Daha
sonra da kavram kargaşalarını giderip taşları yerli yerine oturtmamız gerekir.
Çözümler, o zaman daha kolay ortaya çıkacaktır.

İlk soru ile başlayalım böylece:

Olduğumuz gibi görünmemiz mümkün müdür?

Evet ve büyük bir hayır…

Hayır, çünkü hiç kimse olduğu gibi görünemez. Çünkü herkesin sadece kendine ait,
derin ve gizli mi gizli sırları vardır. Bunları açığa vuramayız ve mezara kadar
da vuramayacağız.

Hepimizin aşkları, tutkuları ve nefretleri vardır. Bunları alenen ortaya
dökersek, hem kendimiz hem de bir(kaç) kişi rahatsız olabilir, üzülebilir,
bunalıma girebilir ve hatta pek çok taş yerinden oynayıp bir deprem etkisi
yaratabilir.

Hepimizin büyüklü küçüklü kompleksleri var. Bunları yeninceye dek açığa
vuramayız.

Hepimizin zaafları, tembellikleri, eksiklikleri, bilgisizlikleri, huysuzlukları,
israf ettiği zamanları, yaşamını etkilemiş büyük hataları, pişmanlıkları ve
kırdığı kalplerdeki cinayetleri vardır. Bunları ifşa edemeyiz kolaylıkla.

Hepimizin yaparken suçluluk duyduğu, vicdan azabı çektiği ve fakat yapmaktan
vazgeçemediği alışkanlıkları var. Bunları bildiremeyiz.

Hepimizin yakın çevrede ve toplumda kendimizi kabul ettirdiğimiz bir yerimiz
var. Bunu kaybedip, rüzgarın önünde sürüklenen kuru bir yaprak olmak istemeyiz.

Hepimizin çok, daha çok, pek çok iltifata, beğeniye, övgüye ve bazen de
tapılmaya ihtiyacımız var. Bunları dile getiremeyiz.

Hepimizin farklı farklı inançları var. İnanç dünyasına dair şüpheleri,
çelişkileri ve kendi kendimize bile itiraf edemediğimiz büyük inkarları ve
“günah”ları var. Bunları her zaman ve her yerde itiraf edemeyiz.

Hepimizin aldattığı insanlar, söylediği yalanlar, yaptığı küçük-büyük
hırsızlıklar ve çektiği kopyalar var. Bunları beyan edemeyiz.

Hepimizin dağıttığı maddi, manevi, fiziksel ve duygusal rüşvetler var. Bu
suçlarımızı ihbar edemeyiz.

Hepimizin aşağıladığı, yüzüne tükürdüğü, evinden kovduğu ve hayatından çıkardığı
kişiler var. Bunları birer “insanlık suçu” olarak kabul edip açığa vuramayız.

Hepimizin anne-babamıza, eşimize, üstümüzdeki otoriteye ve devlete karşı
eleştirilerimiz ve hatta isyanlarımız var. Bunları açık açık söyleyemeyiz.

Hepimizin daha zengin olma, daha refah ve daha sorunsuz yaşama ve daha güçlü
olma arzuları var. Bu uğurda hepimizin basamak yaptığı ve halen kullandığı
kişileri var. Onları incitmek, küstürmek ve de basamaksız kalmak istemeyiz.

Hepimizin fantezileri ve hoşlandığı “yatak dansları” var. Bunları herkese
gösteremeyiz.

Hepimizin gizlice, sinsi sinsi ve yavaş yavaş yürüttüğü samanaltı planları var.
Bunları ilan edemeyiz.

Siz bayanlar!

Hiç mi sizden daha güzel bir kadına özenmediniz? “Güzellik izafidir” sözünü
duyduğunuzda hiç mi içinize ferah bir duygu oturmadı?

Hiç mi “ah, daha anlayışlı, daha zengin, daha yakışıklı bir eşim olsaydı” diye
iç çektiğiniz olmadı?

Hiç mi olduğunuzdan daha zeki, daha bilgili, daha görgülü, daha varlıklı, daha
mutlu ve daha güçlü göründüğünüz olmadı?

Hiç mi kaçık çorabınızı, sökük eteğinizi, lekeli bluzunuzu ve topuğu düşmüş
ayakkabınızı saklaya saklaya, sıkıla sıkıla gezindiğiniz olmadı?

Hiç mi yanaşmayı arzuladığınız bir erkeğe dikkat çekici bir bakış, bir mimik,
bir dolaylı sinyal, bir jest ya da dekolte bir görüntü yollamadınız?

Hiç mi, hiç mi bir başka erkekle birlikte olma hevesiniz olmadı?

Siz baylar!

Az mı yalaklandınız açık-seçik bir bayan görünce?

Erkek arkadaşlarınıza kırdığınız cevizlerin sayısını az mı anlattınız abartarak?

Etkilemek istediğiniz bir bayanın bulunduğu bir yemekte ya da toplantıda, ona
diğer erkeklerden daha duygusal, daha anlayışlı, daha ilginç, daha dilbaz ve
daha espritüel olduğunuzu hissettirmek için az mı didindiniz?

Buluştuğunuz bir başka kadının parfümü, ruju izi veya saç teli sizi ele vermesin
diye az mı baktınız aynalara?

Birlikte çalıştığınız bir bayan mesai arkadaşınızın size ilgi duymasını sağlamak
için az mı ilgisizlik rolleri yaptınız? Ve sonra onu bir başkası ile görünce az
mı kudurdunuz kıskançlıktan?

Düzeniniz bozulmasın diye az mı katlandınız ihanetlere? Hakaretleri az mı
çektiniz sineye? Satır aralarını az mı anlamazlıktan geldiniz?

Az mı nabza göre şerbet dağıttınız?

İşiniz bitsin diye az mı sahte gülücükler -ve içinizden sövgüler- savurdunuz
müdürlere, memurlara, çalışanlara?

Hâlâ oturmamış kişiliğinizi ve komplekslerinizi kamufle etmek için az mı risk
aldınız? “Zalim Kral”ı, “Pamuk Prens”i veya “Dev Adam”ı az mı oynadınız?

Gerçek kişiliğinizi hedeflemiş bir ok gibi yüreğinize teğet geçen bunca
ikiyüzlülüğü yaşarken, Pinokyo gibi burnunuz uzamasın diye az mı agresif
davrandınız, kendinizden az mı kaçıp saklandınız?

Nedir yanıtlarınız?

“Evet doğru,” dediğinizi duyar gibiyim…

Bunun bir nedeni de ruhsal yapımızın ve iç derinliklerimizin farkında
olmayışımızdır bence. O derinliklerimizdeki hazinenin varlığını ve değerini
bilemeyişimizdir. O, özgürce akıp ********, tekrar dolmak, devinmek, tazelenmek
isteyen öz yapımızı hep frenleyişimizdir maskelerimizle.

Bakınız Neal Donald Walsch ne diyor bu konuda:

“İnsan ruhuna çağıl çağıl , gürül gürül akmak yakışır. Yemyeşil çimenlerin
içinden ya da kayaların arasından ve çakıl taşlarının üzerinden kıvrıla kıvrıla,
kâh parçalara ayrılarak, kâh coşkulu, kâh yorgun, kâh dingin; neyi özlediğini
bilerek veya bilmeyerek, ulaşılacak veya ulaşılamayacak, olan ya da olmayan
denizin bilincinde veya değil, çağıl çağıl, gürül gürül akmak...

İnsan ruhuna, altında çamurun, içinde mikroorganizmaların kaynaştığı bir su
birikintisi olmak yakışmaz! İnsan ruhu akacak yolları başka ruhlarda bulur;
başka insanların ruhlarında; bir günbatımının ruhunda; ya da bir kedinin, bir
kuşun, bir çiçeğin atomlarının ötesinde ne varsa onda ve bir dokunuşun, bir
gülümseyişin açtığı vadilerde...

İnsan ruhu akacak yollar bulamazsa, kendi sınırlarını esnetecek kadar zorlar
zorlamasına ama hiçbir yere akamaz, üstelik akamadığı için de yeniden gürül
gürül dolamaz; olsa olsa damla damla!

İnsan ruhuna çağıl çağıl, gürül gürül akmak yakışır.

Farkında olmasak da, en derindeki alevimiz böyle bir ruha sahip olmak için
yanıyor, yakınıyor.”

*

Ne dersiniz? Bir yerlerde bir şeyleri yanlış yapıyoruz değil mi? Ya da eksik…

İşte bakın maskelerimiz nasıl da düşüyor iç dünyamızı aynaya tutma cesaretini
gösterdiğimizde.

Acaba içimizdeki “kilitli odaları” mercek altına yatırıp gördüklerimizi
anlatabilseydik neler olurdu? Tamamen şeffaf hale geleceğimiz için -sevgili
dostum Yavuz Selim Ağaoğlu’nun dediği gibi- sadece ışık olurduk o zaman. Ve işte
ancak o zaman olduğumuz gibi görünebilirdik.

Bir ışık olmayı hangimiz becerebildik ki şimdiye dek? Tam tersine, ışığımızı ve
sıcaklığımızı engelleyen yüzlerce, binlerce maske taktık ve bu yüzden kendi
kendimizi engelleyip, donuklaştık. Tüm zamanımızı dış dünyaya ayırdığımız için
kendimizi dinleyecek zamanı bulamadık ve o yetenekleri geliştiremedik.

Işık olmak belki asla mümkün olmayacak. Ama en azından daha şeffaf, daha
maskesiz, daha orijinal ve daha doğal olabiliriz, değil mi? Ve o maskelerin
ezici ağırlığının kalktığını hissedince ne kadar özgürleştiğimizi fark edeceğiz.
Bu özgürlük içinde, hepimiz birer eşsiz birey olduğumuzu anlayacağız. Bu
eşsizlik de bize ve çevremize çok şey kazandıracak, çok şey değiştirecek ve çok
daha mutlu, dingin ve yaratıcı olmamızı sağlayacaktır.

Unutmayalım, az ve eşsiz olan her zaman daha değerlidir! Oysa, aynı maskeler
altında hepimiz birbirimize benziyoruz ve da 6,5 milyar insandan sadece biri
olup gidiyoruz.

“Sizin değerinizi başkaları ölçemez. Değerlisiniz, çünkü öyle olduğunuzu
düşünüyorsunuz. Kendi değerinizi başkalarının terazisine bıraktığınız an, o
artık sizin değeriniz değil, onların değeridir.”

Öyleyse, ilk sorunun analizinden çıkardığımız sonuç şu olmak zorunda:

İnsan evrimi tamamlanıncaya kadar bir ışık olmayı beceremeyeceğimiz için
olduğumuz gibi görünmemiz mümkün olmayacaktır. Ama pek çok maskemizden
kurtulmamız mümkündür. Bu sayede, dış dünyaya yansıttığımız görüntülerle
uğraşacağımıza, iç dünyamıza daha çok zaman ve enerji ayıracağımız için
“karanlık odalar”ımızdaki hazineleri keşfedecek ve ruhsal zenginliğe ereceğiz.
Bu zenginlik –paranın getirdiği özgürlük ve bağımsızlık gibi- bize daha hür bir
iç ve dış dünya sağlayacaktır. Bu hürriyet içinde daha yaratıcı, daha
karizmatik, daha mutlu ve daha sevgi dolu birer birey olduğumuzu yaşayarak
göreceğiz.

İkinci soru şu; göründüğümüz gibi olmalı mıyız?

Kendi kendimize bir dış görüntü vermişsek; bu, ya daha iyi, daha güzel, daha
sıcak, daha şık, daha kültürlü, daha çağdaş, daha etkileyici görünmek ihtiyacı
yüzündendir ya da bazı komplekslerimiz öyle istediği içindir. Diyelim ki makyaj
ve şık giyinme artık birer gereksinimdir ve ayrıca kişinin kendi kendini daha
iyi hissetmesine yardımcı olduğu için de yararlıdır. Ama içinden gelmediği halde
birine övgüler yağdırmak, dalkavukluk edip “köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı
de”mek ve zihinsel, sosyal ve ekonomik düzeyini olduğundan yüksek göstermeye
çalışmak gibi ikiyüzlülükler kalın birer maske değil midir? Böylesi maskeler
takarak dışa yansıttığımız görünümü benimser ve göründüğümüz gibi olursak iyi mi
etmiş oluruz acaba? Bu durumda, doğal yapımızı zorladığımız ve iç dünyamızda bir
çift kişilik geliştirdiğimiz için kendimize büyük haksızlık etmiş ve özsaygımızı
kaybetmiş olmaz mıyız? Bu da bizde, “iç savaşlar” yüzünden huzursuz bir ruhsal
yapı oluşturmaz mı? Taklit bir
kişilikle geçen bir ömrün ürettiği her şey taklit olmaz mı? Olur elbet ve
oluyor da…

Bakınız şöyle geniş çevrenize ve hatta tüm ülke geneline…Orijinal yapımızla
eşgüdüm halinde olmadığımız için yaratıcılığımız neredeyse can çekişmiyor mu?
Ülke olarak zihinsel, ruhsal ve ekonomik büyümemiz sabun köpüğü gibi üfürünce
darmadağın olacak kadar zayıf ve sağlam bir temelden yoksun değil mi?

Ben, süregiden bu hazin tablonun en büyük nedenini bu maskelere ve özbenliğimize
yabancılaşmaya bağlıyor ve şöyle diyorum:

Lütfen, ama mutlaka orijinal olmaya çalışın. Orijinal olmak demek; doğuştan
gelen ruhsal yeteneklerimizi bulup çıkarmak, işlemek, geliştirmek ve mizacımızı
maskeler yüzünden baskı altında tutmadan içsel dünyamızla içiçe bir ilişki
halinde duyup düşünmemiz ve hareket etmemiz demektir. Onu bunu taklit ederek
geldiğimiz seviye gözler önünde… Taktığımız maskelerle oynadığımız oyunlar
yaşamın hangi gerçeğini yansıttı ki mutlak gerçeklerin içeriğini öğrenmiş
olalım? Yapay ve kompleksli kişiliklerle ne denli özgür davranabildik, ne denli
özgüven elde edebildik, ne denli başarılara imza atabildik?

Müzelerdeki eserler neden bizde bir hayranlık oluşturur bilir misiniz?
Hayranlığımızın asıl nedeni onca yüzyıl önce, bunca güzel şeylerin yapılmış
olması değildir aslında. Esas sebep; o eşyaların, tabloların, heykellerin ve
yapıtların, kendi doğallığından aldığı ilhamla oluşan his ve düşünceyi kullanan
insanlar tarafından yapılmış olmasıdır. Onlar orijinaldirler…

Oysa gidin bakın sanat galerilerine bugün… İlhamlarını okuyamadıkları için daha
önce yapılmış olanların şurasını burasını değiştirerek bir eser ortaya
çıkardığını zanneden sözde ressamlarımızın tabloları ile doludur çoğu.

Hem neden bu ülkede sanatçıların belli bir davranış şekli vardır? Neden taklit
ederler birbirlerini? Bunlar da birer maske değil midir? Fakat dobra ve doğal
davrananlar görüyoruz ki halkın sevgilisi haline geliyorlar. Çünkü; insanlar
maskelerden bıkmış artık ve özünü ve doğallığını duyumsayabilmenin hasreti
içinde sabırsızlıkla bekliyor.

Burada hemen zihinlerde oluşacak bir yanlış anlamayı da bertaraf edelim yeri
gelmişken:

Doğal davranmak ve orijinal olmak demek; içgüdülerin ve duyguların istediği
şekilde paldır küldür davranışlar sergilemek demek değildir. Davranışlar mutlaka
çevreyi ve toplumu rahatsız etmeyecek tarzda ve başkasının özgürlüğünü
engellemeyecek limitler içinde olmalıdır. Esas orijinallik; maskesiz, taklit
etmeden, içsel sesleri ve ilhamları iyi tercüme ederek daha önce söylenmemiş
sözü, yazılmamış yazıyı, çizilmemiş resmi, bestelenmemiş müziği, oynanmamış
oyunu, yapılmamış heykeli, denenmemiş mimariyi, kurulmamış kurguyu ve
sergilenmemiş yaratıcılığı üretmektir.

Buradan da su sonucu çıkarıyoruz; göründüğümüz gibi olmamalıyız.

Netice olarak; yüzyıllardır sorgulamadan kullandığımız bir tekerlemeyi biraz
deştiğimizde onun anlamsızlığını ve bizde yarattığı tahribatı hemen fark
edebiliyoruz.

O halde şöyle diyelim:

Olduğumuz gibi görünemeyiz, göründüğümüz gibi olmamalıyız.

Peki ne olmalıyız?...

Akıl, kalp ve ruh gözleri açık birer insan olalım yeter! Gerisi kendiliğinden
düzgünleşir.

Dilerim hiç birimiz taktığımız veya takmak zorunda olduğumuz maskelerle
birilerine zarar vermek durumunda kalmayız...
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
18 Temmuz 2006       Mesaj #216
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
DÜNYANIN YEDİ HARİKASI

Bir grup ögrenciden günümüz dünyasının yedi harikasının neler olduğunu düşündüklerine dair bir liste yapmaları istenir. Aralarında Anlaşmazlıklar çıkmasına rağmen aşağıdakiler en fazla oyu alanlardır:

1) Mısır'ın Büyük Piramitleri
2) Tac Mahal (Taj Mahal)
3) Büyük Kanyon (Grand Canyon)
4) Panama Kanalı
5) Empire State Binası
6) St. Peter Bazilikası (St. Peter's Basilica)
7) Çin Seddi (China's Great Wall)

Öğretmen oyları toplarken, sessizce duran bir kız öğrencisinin henüz kağıdını vermemiş olduğunu farkeder. Sonra öğrencisine kendi hazırladığı liste ile ilgili bir problem olup olmadığını sorar. Kız öğrenci ise "Evet, biraz. O kadar çok şey var ki, bir türlü karar veremiyorum" der. Öğretmen de öğrencisine "Peki, söyle bakalım senin listende neler var, belki biz sana yardımcı olabiliriz" der.

Kız öğrenci önce duraksar ve sonra okumaya başlar:
"Bence Dünyanın Yedi Harikası :

1) görmek
2) duymak
3) dokunmak
4) tatmak
5) hissetmek
6) gülmek
7) ve sevmek...

Odada sinek uçsa sesi duyulacak şekilde bir sessizlik olur...... Basit, sıradan ve normal olarak düşündüğümüz ve gözden kaçırdığımız şeyler gerçekte ne kadar da mükemmeldirler.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Temmuz 2006       Mesaj #217
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Artık daha fazla böyle yaşayamazdı. İçindeki o sadece ve sadece kendisine ait olan özü ortaya çıkarmak ve onu yaşatmak istiyordu. Çünkü böyle, birden fazla ve kendisinin olmayan ve gerçek mi sahte mi olduğunun ayırdına varamadığı kişilikleri taşıyordu, sıkıntılı bir yük gibi... Peki, gerçek ve sadece ona ait bir özü var mıydı onun? Varsa neredeydi ve kimdi o? Öylesine çok maske kullanmış, öylesine çok değişik kalıplara girmiş, şekil değiştirmek zorunda kalmıştı ki, gerçek niteliğini yitirmiş olarak duruyordu. Belki de hiç olmadığı korkusuna kapılıyordu arada bir. Sık sık o gerçek özünü bulabilmek, ona ulaşabilmek için eve kapanıyor, günlerce hiçbir arkadaşını, yakınını aramıyordu. Kendisine yeni bir koza örmeliydi ve gerçek özünü bulduğunu sanıp, 'artık insanların içine çıkabilirim, onları gerçek kişiliğimle görüp, hissedebilirim' diye düşünüyor, yanlarına sevgi ve hasretle koşuyor, ama biraz konuştuktan sonra, konuşmanın yine kendisine ait bir öz olmadığını görüyordu. Bir başkasıydı sanki o. Ya da kimseye ait olmayan birinin özüydü taşıdığı. Unutulmuş, tesadüfen bulunmuş ya da korkudan, kaygıdan alelacele oluşturulmuş yapma bir şeydi. O ânı kotarması için, ilişkileri geçiştirebilmek, kendini orada o an için var edebilmek için yarattığı sahte bir kişilikti sanki...

Bu yüzden arkadaşlarına dostlarına sevgiyle, umutla koşar, sonra da yapma kişiliğinin yarattığı sıkıntı, tatsızlık, boşluk belli belirsiz bir kasvet duygusuyla yeniden gerçek özünü bulmak için evine, odasına dönerdi. Yine olmamıştı. İçindeki o gerçek öz, eğer bir ara var olmuşsa onu belki de sonsuza kadar terk etmiş, onu böyle öksüz, hep doyumsuz, geçicilik ve kenarda kalmış olma duygularıyla bırakmıştı. Bu hep geçicilik duygusuna, şu anlamsızlık duygusuna daha fazla dayanamazdı. Bir gün gerçek kendisiyle buluşacaktı. Bu tutkuyla bekleyiş, ona geçmişte bir ara, belki çok kısa bir süre bu özle birlikte yaşadığı inancını veriyordu. 'O vardı ki ben onu böylesine çok özlüyorum' diyordu... Şimdiyse 'binlerce hiç kimseydi'. Tek başına bile değildi. Çünkü tek başına olmak bir sağlam varoluştu ve bakım isteyen bir şeydi. 'Tek başınalık bir şans'tı.

Yalnız bile olamadığı, bir hiç kimse olduğu için bu yüzden kim gerçek dostu, kim düşmanı, kim onu seven, kim katili, asla içtenlikle anlayamıyordu, algılayamıyordu. İşte bu yüzden onu gerçekten sevenleri göremiyor, onu pek de ciddiye almayanlara çok yakınlık duyduğunu sanıyordu. Çoğu kez sevgisinden ve nefretinden emin olamadığı için hep endişeler ve kaygılar içinde ve güvensizlik duygularıyla yaşıyordu.

Hep bir doyum arıyor, ama yine hep açlık hissediyordu. Kahramanlık yapmak, cesur serüvenler yaşamak istiyor, ama korkuları buna izin vermiyordu. Hep o sahte kimliklerinin tümünden kurtulup çılgın ve başıboş bir aşk yaşamak istiyor, sonunda güvenli, ancak sıkıntılı, coşkusuz, tekdüze ilişkilere saplanıp kalıyordu...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
18 Temmuz 2006       Mesaj #218
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bizim Mahallede Ben bir hanımefendi tanıyorum bizim mahalleden öyle güzel ki..güzel olduğunu ona binlerce kişi, binlerce defa yedikleri onca zılgıtı düşünmeden ve yiyecekleri daha onca zılgıta rağmen,
bıkmadan, usanmadan söylemiş, söylemişlerdir. Türk filmlerini izlemişizdir komik olanları çok
ağlamak isteyip de soğanın hiç geldiği zamanlar jenerik müziğinde ağlamaya başladığımız,
gururlu ama sevdiği kıza ulaşmak isteyen fakir genç erkek, bahçeli, kırmızı panjurlu
bir evimiz olacak vaadiyle kandırır ya hep sevdiği genç kızı işte o ev yoktur ortada
öyle bir evde oturur kendisi, işte bu yüzden filmler de yoktur o ev ve bahçesinde çiçekler, menekşe,gül,hanımeli.. ve etrafında hiç bir bahçede olmayan değişik bir çim,
güzelliğini engellemesin diye dalları kesilmiş bir ağaç.Çiçeklerden bahsetmiştim ya aslında
bakmaz kimse onlara o varken, ondaki güzellik onda var olmaya devam ederken.
O çiçekler var ya onlar bile imreniyor kendisine ve kuşlar onu görmek için kesilmiş olan
dallara aldırmadan o ağaca konuyorlar.
Çiçekler;
-- bizden daha güzel,
kuşlar;
-- bizden daha sevimli,
hep bir ağızdan koro coşkusunda
-- vallahi de billahi de bizlerden daha alımlı
diye ,diye iç geçirip kıskanıyorlar.
ben bir hanımefendi tanıyorum bizim mahalleden öyle güzel ki..
saçları, kor ateş renginde gözleri, bir fincan kahve içiminde,gülüşleri, dünyayı ısıtan güneş sıcağında ve kalbi=ebediyet ben böyle bir hanımefendi tanıyorum bizim mahallede böyle güzel işte.

kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
19 Temmuz 2006       Mesaj #219
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Beş parmak hesabı**

Sorunsuz evlilik mi dediniz? Niye sorunsuz olmak zorunda evlilikler? Neden
insanlar sırf evlilik sorunsuz olmak zorunda diye düşünmekteler?

Oysa başka her yerde sorun var. İnsan ilişkilerinin her türlüsünde sorun
var. kabul edelim ki; iki insan ın olduğu her yerde sorun vardır. Hele de
eşler arası sorunlar ve pürüzler olmazsa olmazdır neredeyse. Bir de aşk için

bir araya gelmişseniz, ister aşkın sonucunda, ister aşkı inşa etmek üzere
sorunsuz ve pürüzsüz yaşamanız bir şeylerin doğal olmadığına işaret eder. Ne

zaman eşinizle bir sorun yaşasanız avucunuza bakın.

Sorunların olabilirliğini kabul ederseniz Çözümlerinizde hemen elinizin
altında, avucunuzun içinde.... sevildiğinizden ve sevdiğinizden şüpheye
düşerseniz avucunuzu açıp parmaklarınızı sayın.

Baş parmağınıza bakın önce. Size en yakın olan parmağınız. Diğer dört
parmağın hareketlerini anlamlı kılan o. Gerektiğinde her parmağın yanında
hazır oluyor, yardımına koşuyor. Vazgeçebilir misiniz başparmağınızdan?

Peki ya eşinizden? Size en yakın o iken kesip atabilir misiniz onu
hayatınızdan? Her halinizde hemen yanı başınızda olmuşken ve olmaya
hazırken, gözden çıkarır mısınız eşinizi? Hayatınızda başka her şe y onun
yakınlığı ile sevimli geliyor değil mi size? Bütün akrabalarınızla
ilişkilerinizi eşinizin yakınlığı anlamlı kılıyor değil mi?

Şimdi de işaret parmağınıza bakın. Güzel bir şey görseniz hemen onu
uzatırsınız. Beğendiklerinizi gösterirsiniz onunla. Doğru olanı onunla
işaret edersiniz.

Eşinizi de onca insan arasından parmakla gösterilir bulmuyor musunuz? İlk
gördüğünüzde, ilk sevdiğinizde, yüreğiniz ilk ısındığında, kalbiniz tıpkı
işaret parmağınız gibi onu göstermişti size. Şimdi nasıl yalancı
çıkarırsınız kalbinizin işaretini? Nasıl güvenmezsiniz kalbinizin seçimine?
Hem sonra işaret parmağınızın göstermeye değer bulduğu güzel şeyler
yaşamadınız mı onunla? İşaret parmağınızın göstermeye değer bulduğu
doğruları paylaşmadınız mı onunla? Şimdi kesip atacak mısınız işaret
parmağınızın size gösterdiğini? Elinizin tersiyle itecek misiniz kalbinizin
işaret ettiğini?

Orta parmağınıza bakın şimdi. En uzunu o parmakla rınızın arasında. Yüksekte

duruyor. Hepsinden öteye uzanıyor. Vazgeçebilir misiniz orta parmağınızdan?
Hepsinden uzun diye lüzumsuz görürü müsünüz onu?

Peki ya eşiniz? Bütün kadınlar yada erkekler arasında kalbinizin sırlarına
aşina olacak kadar farklı değil mi o? Bütün kadınlar ve erkekler arasından
sizin için özel olarak sıyrılıp gelmiş değil mi? O sizin için en yüksek
konumda değil mi? Sizi başka bütün erkekler ve kadınların üzerinde tutmadı
mı? Vazgeçebilir misiniz ondan şimdi? Onu herhangi bir kadın yada erkek gibi

görebilir misiniz?

Şimdi de yüzük parmağınıza bakın. Parmağınızı ne zamandır çevreleyen o altın

yada gümüş halkayı ilk taktığınız günü düşünün. Ne kadar heyecanlıydınız
değil mi? Hayatınızın kadınını yada erkeğini bulduğunuz o günü yeniden
yaşayın. Tekrar bakın eşinizin gözlerinin içine. Onu kendinize biricik yapan

sırrı yeniden hissedin. Eşinizin sırf size razı olması onu sizin için
biricik yapmaya değmiy or mu? Şimdi yüzük parmağınızı atabilir misiniz
elinizden?

Ve son olarak serçe parmağınıza bakın. Ne kadar da incecik ve zayıf değil
mi? Eşinizin kalbi gibi. Size sırlarını açmış, sizin sırlarınız paylaşmış
bir kalp sizin için süslenip bezenmiş paha biçilmez bir ayine gibidir.
Bakınca kendinizi gördüğünüz bu ayna, öylesine kırılgandır ki, sizden
gelecek küçük bir fiske parçalayıp köreltebilir onu. Özellikle size karşı
savunmasızdır ve özellikle sizden gelecek darbeler onu en hassas yerlerinden

çatlatabilir. Başkası karşısında bu kadar kırılgan değildir eşiniz. Tıpkı
serçe parmağınız gibi... şimdi dilerseniz vazgeçin serçe parmağınızdan.
Nasılsa ince ve zayıf diye koparıp atın onu elinizden. Hiç olur mu?

Şimdi yeniden bakın ellerinize!beş parmağın beşi birden aşkı gösteriyor.
Avuçlarınızın içinde hissedin aşkı şimdi. Aşk elinizin altında! Canlı, sıcak

ve yakın....

senai demirci*
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Temmuz 2006       Mesaj #220
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GÜLÜMSE
Gülümse ,hayata gülümse
O sana belkide herzaman hüzün ve keder dolu günler verdi.
Hic ummadığın deryalarardan çılgın dalgalar vurdu,gülümse
Belkide çok uzaklarda kızgın bir bulut şimşekler yağdırdı yüreğine
Ağlama ,icindeki nefret kini bulaştırma ruhuna ,gülümse
Alacakaranlık kuşagında, düşlerin bile acı cektiği sonsuzlukta.
Hadi sende gülümse.
Yıllanmış bir adam,geride bıraktığı belki acı belkide gökkuşağı kadar
renkli anılarının arkasında çökmüş bir beden,off çeken bir ruh.
Nostaljilere boğulmuş birkaç yaprak ,ve yılların eskitemediği
sevgisini verdiği hayat arkadaşının kabri.
Gülümse hayata gülümse.
Her günbatımında geçen saatlerin anısı ve yeni bir dünya yıldızlarının
kol gezdiği gecenin verdiği gizem.
Gülümse bi tanem yaşama gülümse.
Elinde şekerine sımsıkı sarılmış yavru ceylan gibi titrek çocuğun
gözlerindeki ürkek, sahib olma savaşı.
Sırtında heybesi,umut ışıgının geldiği noktaya göz dikmiş,gece
bilmeyen gündüzü seçemeyen bir avarenin yaşama savaşı.
Gülümse ,hadi yeni ufuklara gülümse.
Sana acı çektiren belkide ufkunu şiddetle karartan eski dostlarına,
Kalbini zincirlemiş bir avuç dostlarına,
Platonik bir rüzgarın hortumunda durdurak bilmeyen , çıkmaz
karanlığa bir hayalet gibi,umutsuzluğa düşen sevgiline.
Geçmişe eyvallah,hadi gülümse.
Hic doyamamış ,bir lokma ekmeği kurak topraklarda çıkaran bir
babanın yavrularına titremesi,hayata umutla bakışı.
Hiç yaşanmamış ,hayallerine yaldızdan süsler veren,padişahlar
diyarının sultanı,belkide böyle mutlu ,heyecan dolu bir kız.
Hadi ,hayallerine gülümse.
Bir gün seni beyazlara bürüyecek,kırmızı güllerle dolayacak,kızıl
atın sırtında gökkuşağının altındaki dünyaya coşarak.
Kalbindeki sır dolu odaya Damla Damla akacak yeni bir yaşama merhaba..
Hoşçakal geride bıraktığım acımasız nemrutun oğlu.
Gülümse, yeni dünyaya gülümse
Bin pişmanlığın fayda etmediği,acımasızların af dilediği hayata
şiddetle çek kılıncını,hiç acıma ,yeni hayata hiç bir dumandan is
bulaştırmadan gülümse.
Hoşgeldin yakamozun ışıldattığı ,gökkuşağının renklendirdiği,engin
mavi deryaların berraklığını verdiği yaşama.
Gülümse, bir DAMLA mutluluğa ,hadi gülümse.


Benzer Konular

27 Kasım 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
20 Temmuz 2009 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri