Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 133

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.580 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ekim 2007       Mesaj #1321
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Kağıda Dökülmüyor

Sponsorlu Bağlantılar

Nasıl bir yazgıydı bu, yazanı yazdıranı belli olmayan? Hangi kader çizgisiydi yollarını kesiştiren? Hangi rüzgarlardı o güzel kadını, onun sakin küçük dünyasına getiren? Onu sakin denizlerden sürükleyip fırtınalı okyanuslara atan? Sırası mıydı bu aşkın, o ununu elemiş eleğini asmış, tüm sevdaları sürgünlere göndermişken?

Hangi acımasız yazgıydı, onu yeniden aynalara baktıran. O aynalar ki, hiç yalan söylemeyi bilmezlerdi. Geçen yılların bırktığı izleri insanın yüzüne acımasızca vururlardı. Azaltamazdı ki kalan saçlarındaki akları, yüzündeki çizgileri. Küçülüp, eriyordu, o güzel kadının belleğine kazınmış resminin yanında. Utanıyordu sevdasından, aşkından. Ona giden yollardaki uçurumlar, engeller büyüyordu. O, giderek uzak ve erişilmez bir tanrıça oluyordu. Kâr etmiyordu hiçbir şey; bilge teselliler, kitaplarda okudukları.

İster itiraf etsin, ister etmesin, düştüğü durumun bir tek tanımı vardı ve o da aşktı, sevdaydı. Ve o ömrümde hiç böyle sevdalanmamıştı. Bu sevda, platonik, romantik gibi klişelere sığmayan bir sevginin ürünüydü. Sözcüklerle tanımlanamayan, gece gündüz her saat, her an onu düşündüren, ona özge bir sevdaydı. Ah, bu yürek değil miydi onu yakan, bu onulmaz sevdalara düşüren. Sevginin o mütiş gücünü bu sevda ile öğrenmişti yeniden. Sevdiğiyle sadece aynı mekanlarda olabilmenin bile ne büyük bir mutluluk olduğunu, onun sadece telefondan duyulan sesinin bile tüm gökyüzünü maviye çevirebileceğini, karanlıkları aydınlatabileceğini bu sevda ile yaşamıştı. Ve aşkın insana çılgınlıklar yaptırabileceğini yeniden ta kanında hissediyordu.

Aşık olduğu kadınla olan en kısa ayrılıklar bile ona dayanılmaz geliyordu. Şimdi o yine uzaklardaydı. Ve ona olan hasreti aralarındaki mesafeler artıkça artıyordu. Üstelik günlerdir ondan haber alamamak kendisini deli ediyordu. Ona merhaba diyebilmek, bir tek sözcük de olsa sesini duyabilmek için her yolu deniyordu. Ama tüm çabaları sonuçsuz kalıyordu. Gece gündüz, her an onu düşünüp ona ulaşamamak, korkunç bir ızdıraptı. Kahrolmaktan başka hiçbir şey gelmiyordu, elinden. Bu griler grisi, mavi yoksunu gökyüzünün altında çıldırasıya özlüyordu o kadını, onun gözlerini, gözlerinin rengini, gülüşünü.

Ayrılık acısıydı bu, kolay değildi üstesinden gelmek. Haykırsaydı sevgisini pencerelerden, bağırsaydı adını sokalara, diner miydi acıları? Yılın son günde yağan karın beyazına dökseydi karanlıklarını, aydınlanır mıydı içi? Batmakta olan güneşin kızıllığına, sütmavisi kesilen gökyüzüne çizseydi aşkını, azalır mıydı o kadına olan özlemi? Kalemini kanına batırıp ak kağıtlara yazsa bu aşkı, biter miydi hasret?

Bu son ayrılık, onu genç kadına olan sevgisini sorgulamaya zorluyordu. Aklı, bu sevdanın, hiçbir gerçekliğinin ve geleceğinin olmadığını söylüyor; kendisi için hiçbir şey ifade etmediğin, senin sevdana gereksinimi olmayan o kadını neden seviyorsun? diye soruyordu. O ve kalbi akılına karşı inatla direniyorlardı. "Evet, değer", diyordu, "yüz kere, bin kere değer!". Çünkü o kadın yaşamından çıktığında kendisini tekrar ölü hayatların, mavisi ve güneşi olmayan günlerin beklediğini biliyordu. "Değer" diyordu, "herşeye değer! Uğruna ölmeye, çılgınlıklar yapmaya, deli divane olmaya, Kerem gibi yanmaya değer!"

Niçin mi? Sadece o kadını görebilmek için, sadece sesini duyabilmek için, sadece güzel gözlerine bakabilmek için, o sıcak, o çocuksu gülüşünü yaşayabilmek için. Onu görünce heycanlanmak, onunla konuşurken toy bir delikanlı gibi ne söyleyeceğini, ne diyeceğini şaşırmak için. Onunla birlikteyken, onu düşünürken tüm dünyayı, tüm kaygıları unutabilmek için.

Tektaraflı sevdaların seveni acılara boğabileceğini ta başından biliyordu ve o acıları ak kağıtlara dökerek, şiirleştirip, öyküleştirerek yenebileceğini düşünmüştü. Ama bunun olanaksız olduğunu kısa zamanda anlamıştı: Gerçek aşk kendini yazdırmıyor, kağıda dökülemiyordu. Ve o aşka tutsak, aşık olduğu kadın ona yasak olsa da, aşka ihanet etmemek için; insanı insan yapan o yüce duygudan yana olmak için; belki de sadece "onu seviyorum, o halde yaşıyorum!", diyebilmek için, sonuna kadar direnecekti.


Mevlüt Asar

nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
9 Ekim 2007       Mesaj #1322
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Bilir misin ufuk dedikleri şeyin ucunda hiçbir şey olmayan bomboş bir hayal olduğunu
Sever misin yinede,kanar mısın bile bile
Sponsorlu Bağlantılar
Ben kandım.

En erken ben geç kalırdım
Son aşkı kaçıranlar arasından.
Peşinden koşsam aptal
Ucundan tutsam kara sevda
Ve dokunsam ağlayacak kadar platonik bir sarhoştum.

Yalnızlığımın tek tanığıydı seyyar satıcılardaki kitaplar.
Hep ön sözlerinde âşık olurum bilinmez bir aşka

Tanıdığım gözlerde yabancılaştıkça
Kendi kalabalıklarından çıkıp
Başkalarının yalnızlığını rahatsız eden
Tüketmeyi icad etmiş tembel bir şarkı,
Yeni sevdalarımın hayalini kuruttu.

Yinede sevdayla başlardım her yeni güne
Gözlerimde gelincik, ağzımda kırlangıç
Kucağımda ay ışığı yetiştirip,
Bahçesinde melek büyüten cennetimin
Doğmamış güneşine vurulurdum...

Şimdi, Kim o demeden özlemlerimin kapısını açıp
Yanlış aşklara yeltenen zavallı bir kalbin esiri olduğumdan beri,
Sahte bedenlere girip müebbet cezası yemiş ruhlar kadar özgürlüğe muhtacım.

Ve anladım ki,
Hangi mutluluğa çeyrek kalsa saatler
Yine oraya toplanacak bütün menfaatler.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Ekim 2007       Mesaj #1323
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ah Bu İstanbul Anıları


Geçenlerde 15 yıllık muhitim Ortaköy'de, Mecidiye Camii’nin kıyısında Emirgân’ın şöhretiyle yarışan çay bahçelerinin önünden geçtim. Gezinirken Sözde entelleküel birikimlilerle dolu kişilerin oturduğu, Topkapı Sarayı Kız Kulesi manzaralı, bir masaya çağrıldım. Açıklanamayan uçan cisimlerden konuşuyorlardı yine. Sohbet beni hiç sarmadı. Tam kalkıyordum ki bir sesle irkildim.
Ahmet Hikmet’in üzümcüsünün sesi gibiydi ses. Allah'ım o ne güzel Türkçe! Ne bir siyaside yarısını gördüm bu titizliğin, ne camilerde bir hatipte, ne de tiyatrovari şiir okuyan yeni yetmelerde... Baktım 60 yaşlarında yoksulluğun yıpratmak için uğraştığı, fakat pek de bir şey koparamadığı çehresiyle bir adam, yoksul fakat erdemli yüzüyle kartpostal satıyor. Asker kantinlerinde bile tek tük kalmış kartlar bunlar. Hani vardır ya bir asker bir de çok hoş bir kız, bir bankın üzerine oturmuşlar; altında da “sevgili nişanlım vatan hizmetim biter bitmez yanındayım" tarzında yazılar olan... Bayraklı, Atatürk heykelli... İşte öyle kartlar.
Tam adama para yerine alaylı bir nasihat vermeye hazırlandım “Amca bir yanlışlık olmalı buralarda Harry Potter, Örümcek adam, Jurassic Park filan satılır. diyecektim.
Sesi tekrar yükselince niyet ettiğim girişimden dolayı utandım. Sattığı maldan o kadar emin bir büyük tüccarın edası, kendine güvenin granitten heykeli gizliydi seste. Sahibine mıknatıs gibi çekti beni. Masadaki sohbet tam da orta yaşlı bir bayanın okyanusu transatlantikle geçerken lombozdan gördüğü ufoyu anlatmasına gelmişti. Bunu hep anlatırdı. Ben duyduğum o büyülü sese kapıldım:
-Türk bayrağı resimleri getirdim almak istemez miydiniz?
-Türk askerinin resimleri var bir bakmaz mısınız?
-Sevgili Türk çocukları! Bakın arkadaşlarınıza gönderirsiniz. Uludağ manzarası. Hem de Bursa Kültür parkın resmi var! Bakın dört tane resim var üzerinde, dördü de güzel!
Hemen gittim en albenisiz gelenlerinden bir on tane aldım, daha gösterişlilerini başkalarına satsın diye. Maksadım bey amcayla konuşmak. Ben konuşup lafa tutarken yevmiyesinden olmasın diye. Sonra masaya getirdim biraz da sürükleyerek.
-Bey amca sen bu Türkçe eğitimini nerde aldın? Diye sordum.
-Ben Türkçe öğretmeniyim.
Nerelisin amca?
-Türk aleminin, Bulgaristan eyaletinin Razgrad şehrinden. Bana Razgradlı Şükrü derler .
Kırçıl kaşları, seyrelmiş saçlarıyla iyice yaklaştı yanımıza. ısrar edip Bir çay ısmarlayabildim. Masadaki ufo sohbeti de katloldu tabii. Herkes bana ve Razgradlı Şükrü'ye kötü kötü baktı masada. Bana bir işportacıyla muhatap olduğum için, Razgradlı Şükrü’ye de (türkilizce tabirle) masanın karizmasını çizdirdiği için.
Razgradlı Şükrü yüksek sesle konuşuyor fakat sesi bütün iyi öğretmenlerimizin en arka sıralara ulaştırmaya çalıştığı mübarek seslerinden daha mübarek, daha vokalli daha canlı. Çay bahçesinin bütün masaları dinliyor, dinlemek zorunda kalıyor o mübarek sesi. Razgradlı Şükrü tam da kendi çok sevdiği mallarını bol bol alan kendisi gibi bir müşteri bulduğuna seviniyor. Ben de bir on tane daha satın alıyorum kartpostallardan. Türkçe'yi bu kadar güzel konuşan bu coşkun kişiyi tanımaya çalışıyorum.
-Razgradlı Şükrü bu kartpostalları alanlar var mı?
-Kıymetini bilenler alıyorlar be yav!
-Sen öğretmenim demiştin burada mı orda mı?
-Yok be! Hapse tıktılar Türkçe öğrediyom diye... 15 yıl Bulgaristan'da öğretmenlik yaptım. Sonra da bir o kadar da burda. İki tarafta da yarım yani!
-Yaş haddinden emekli olsaydın Türkiye'de...
-Bir yılın daha var dediler. Milli eğitimden sordum.
-Gel senin yaşını büyültelim tek celsede. Emekli ol!
Razgradlı Şükrü bana selam verdiğine pişman olmuş gibi baktı. Kaşlarını çattı. Kartpostalları kafama atmasına ramak kaldı. Ben de hakikaten korktum. Masum bir insana hakaret etmiş kadar pişman oldum.
-Sen ne diyosun be yav! Devletim bana bekle diyorsa beklerim bir sene!
-Fakat sen zaten toplam otuz yıl yapmışsın vazife.
-Olsun o başka bu başka!
-Peki çoluk çocuk nerde? Bulgaristan'da mı burda mı?
-A be zindanda yattım, çileler çektim. Kim evlenir benimle? Nasıl evleneyim. Evlenmeye fırsatım olmadı benim.
-Peki nerde kalıyorsun?
-Gültepe'de bir otelde...
-Kazancını ne yapıyorsun?
-Para biriktirebilirsem Rodoplar’a giderim. Pomaklar çok iyi Müslüman insanlar. Onlara Türkçe öğredirim. Hepsi meraklı Türkçe öğrenmeye... Yolumu gözlerler benim. Çat pat da öğrenmişler Türk radyolarını dinleye dinleye. Yazmayı da öğretiyorum. Bu kartpostallar da çok kıymetli orda.
-Bundan sonra evlenirsin, pomak kızları güzel olur.
Yüzünde o çok evlenmek isteyip de bir türlü evlenememiş insanların hasreti yandı söndü. Bizans tarihlerinde fiziki özellikleri hayranlıkla anlatılan ışık düşmüş saman sarısı gibi ak pak saçlı, ince ve uzun vücutlu Kuman Türkleri’ni andıran Pomak kızları, canlandı gözümde.
-Bizden geçti artık.
- Kısmet diyeceksin.
- Doğru kısmet! Balkanlarda aşk kutsaldır. Bir aşk başladığında cümle alem onların mutluluğuna katkıda bulunmak için yarışır.
- Peki sana şimdilik bir işyerinin misafirhanesinde yatacak bir yer bulalım. Sahibi de memnun olur. Ben sana böyle bir yer ayarlarım. İstediğin kadar kalırsın! Sen yine kartpostal sat, ama yattığın yere para verme.
- Olmaz be! Ne tadı kalır ki o zaman? Çalışıyorum ben! Hem de geziyorum yurdumu! Ne tadı kalır o zaman!
Ben de kızıyorum bu sırada...
-Be Razgradlı Şükrü, emekli yapalım derim olmazsın. Yatacak yer bulurum. Ne tadı var bedelini ödemeden barınmanın dersin. Bütün bunlar olsa da sen Rodoplar'da daha çok öğretsen Türkçe'yi...
-Olmaz be yav! Ben zaten öğretiyorum. Kimin var böyle mesleği? Nerde var böyle iş? Bak hem geziyorum, hem para kazanıyorum. Hürriyetim var elimde ya! Sen de git Rodoplara! Yazık o insanlara sen de Türkçe öğret!
O mırıldanır gibi bana eğilip konuşurken göçmen şivesiyle be yav diyor fakat yüksek sesle konuştuğu zaman Muharrem Ergin’den diksiyon, Osman Sertkaya’dan dil, Mehmet Çavuşoğlu’ndan şiir dersi almış bahtiyar talebeler kadar pürüzsüz İstanbul aksanıyla, Ankara radyosu titizliğiyle konuşuyor..
Razgratlı Şükrü kalkacak oluyor. Biraz daha kartpostal almak istiyorum fakat cebimde para az. Mehmet Akif'in “Seyfi Baba” ‘sı aklıma geliyor.
"Ya hamiyetim olmasaydı, ya param olsaydı!
“Dur” diyorum “otur, bana adresini telefonunu ver” Adres Gültepe'de bir otel. Telefonunu vermiyor. “Odada telefon yok mu” diyorum. “Var ama ben elimi sürmem.” “Niye” diyorum. Türkçe ile ilgili konuşmalar yapmış Bulgaristan'da, dinlenmiş telefonu, yıllarca zindanda yatmış. “Burası Türkiye burda öyle şeyler olmaz” diyorum ama o bir daha elini telefona sürmemeye yeminli olduğunu söylüyor. O konuda takıntı oluşmuş, anlıyorum. Sonra cebinden kurşun kalemle kendi yaptığı Türk Dünyası haritasını çıkarıyor. Rodoplar, Üsküp, Kafkasya, hepsi var.
- Bak burada söylüyorum ben Razgradlı Şükrü... Bir gün Türk Dünyası büyük kurultayı Bulgaristan'da yapılacak. Bulgarlar öğrenecek Türkleri ve onlar da Türk olduklarını hatırlayacaklar!
1989’dan sonra Bulgar bilginlerinin bu konudaki çalışmalarından örnekler veriyor. Şiirler söylüyoruz karşılıklı... Hiç kimse dinlemiyormuş gibi özgür, bütün memleket dinliyormuş gibi özenli. Bir ara coşkunlukla boş bulunuyorum:
- Ben Türkçe'nin aşığı Yunus Emre'dir sanıyordum, yalnızca... Sen çağımızın Yunus Emre'sisin!
- A be zaten ben Razgrad'ın Yunus Abdal köyündenim. diyor.
Ne söylesek uyuyor. Neredeye akraba çıkacağız.
Razgratlı Şükrü kalkıyor masadan, ben de birlikte kalkıyorum. Cebimdeki bütün parayı usülünce veriyorum fakat biliyorum ki bu para onun birkaç günlük masrafını karşılamaz. Koluna giriyorum ufocuların şaşkın ve aşağılayan bakışları altında diğer çay bahçelerine doğru yürüyorum. Bir yandan da tanıdık bir göz arıyorum. Hemen alıp da cebine sokuşturayım diye. Razgradlı Şükrü Mişon kalfa’nın iskelenin karşısında 150 yıl önce Mecideye camii yapılırken çaldığı malzemeyle diktiği rivayet edilen, yıkılmaya yüz tutmuş heybetli binanın kara gölgesine karışıp gidiyor.
Mişon Kalfa’nın Amerika’daki torunlarının gözden çıkardığı sahipsiz kalmış bu mülk, hakkındaki söylentileri bilip de bakınca bana on beş yıldır bembeyaz güzelim caminin kara lekeli ikinci gölgesi gibi gelirdi.
Kondakçı Metin de ortalarda yok. Onunla bir keresinde benzer durumdaki birine birlikte yardım etmiştik. Mehmet Aslantuğ da evlendikten sonra seyrek gelir oldu.
***
Razgratlı Şükrü tıpkı Balkan güneşi altında yalım yalım yanarak Varna açıklarından geçip, İstanbul’a doğru kuğu gibi süzülen, dokunsa Nazım Hikmet’in elini yakacak bir vapur gibi endişesiz ve asude gidiyor. Ortaköy; Forsa Koca Memiş’in tutsaklık adası gibi yabancı seslerle örülmüş geliyor bana. Refik Halit’in eskicisinin minicik Hasan’ı, Filistin çöllerinde ardında bırakıp gittiği gibi gür sesini ve erdemlerini toplamış, kendisine ve Türkçe’sine hayran bıraktırarak, boğazıma ıpıl ıpıl kaynağı belirsiz sızıları, diken gibi çakıp gidiyor.
***
Gurbette insana para ile sağlık gerek. İkisi de zayıf Şükrü de. Keşke çok parası olsa... Rodopların demir gibi gürbüz havasında bol bol gezse, daha çok Türkçe öğretse mübarek Pomaklar’a, Türkçe’ye hasret insanlara, daha çok şiir okusa böyle gezerken... Bunun için parası olsa ne güzel olurdu! Hem de Türkiye'de para ile sattığı kartpostalları Pomaklara bedava götürüp dağıtırmış. Birkaç balya fazla götürse... Hastalanırsa ilaç alsa... Uzun yaşasa... Allah benim ömrümden alıp onun ömrüne katsa! Şu bir yılı ölmeden geçirse! Türkiye'den emekli olsa! Belki evlenir uygun bir hanımla...
Her gün yüz kişiyle selamlaştığımız Ortaköy'de şöyle birkaç kuruş borç alacak, böyle anlarda bankamatik kesilen yüce gönüllü dostlar yok! Ömer Çalışkan, Apaçi Çetin, Son yıllarda kasket çiğnemeye başlayan kebapçı Aliihsan yok!
***
Bendeki bu telaş niye? Ömrümde ne gezginciler gördüm ben! Şebinkarahisar'a, Çemişkesek'e camii yaptırmak isteyen, makbuzlarla gezen ak sakallı adamlara ne paralar verdim! Mostar köprüsünde bir taş misali benim de olsun isterdim uzak diyarlarda bir tuğla, bir taş, bir sütunluk hatıram. Ortaköy iskelesinde sızıp kalmış Can Yücel'i, kayıkcıyı evinden uyandırıp karşıya Kuzguncuğ’a gönderdim kaç sefer. Gurbete gelip de iş bulamamış vahşi kapitalizm kurbanlarının elinden tuttum. Ne deliler gördüm ben her türden. İslamcı deliler, Sosyalist deliler, sarhoşlar. Türkçe'nin delisini hiç görmemiştim.
İşte Türkçe'nin delisi böyle oluyormuş meğer! Öyle olunmaz böyle olunurmuş!
1997’lere ait bu hatıra, gündelik olaylardan herhangi biri gibi kimseye anlatılmadan yüreğimde saklanmış. Durdum durdum da bir yerde rastladığım Kırşehir Belediye Başkanı Metin'e anlattım yıllar sonra bu anıyı. dağ gibi Metin, bu minicik hatıranın bir yerinde sarsıldı “benim aslım Razgrad'ın Yunus Abdal köyünden” diye... Ben de şimdi ağlıyorum. İnternet kahvesinde çevremdekilere aldırmadan ve hiç utanmadan, bir ilkokul çocuğu gibi iplik iplik ağlıyorum. Neye gelmiştim ve bu satırları niye yazdım. Kimim ben neyin ve ne yaptım Türkçe için. Kendi kendime diyorum ki Türkçe'nin delisi öyle olmaz işte böyle olunur.
***
Eğer sizler güzel, pürüzsüz, eğitimli sesiyle sokaklarda kimilerimiz için çoktan modası geçmiş bayraklı, askerli, nişanlılı resimlerle dolu kartpostallar satan birini görürseniz, ondan hiç olmazsa cebinizdeki bozukluklara acımayıp bir kartpostal mutlaka alın. Çünkü o olsa olsa bizim Razgradlı Şükrü'dür. Rodoplardaki fütühatı için ona kumanya lazımdır. Bana göründüğü gibi, size de mutlaka uğrayacaktır. Cebindeki kurşun kalemle kendi çizdiği haritalarıyla birlikte Türkçe'nin delisi nasıl olunur gösterecektir. Size!
Ya da yalancı gündelik işler beni bağlamasa, Razgrad'da, Rodoplar'da Gültepe'de Şükrü'yü şıp diye bulurdum. Onun o kartpostallarda bulduğu yüce anlamları ben de bakıp bakıp bulmaya çalışıp, mübarek yükünü taşıyarak, gezdiği mavi zirveli Rodop dağlarının gelin duvağı gibi bulutları altında, kudurmuş yeşillikler arasında unutulmuş köylerin un serpilmiş gibi tozlu yollarına karışırdım.


Orhan Seyfi Şirin
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
10 Ekim 2007       Mesaj #1324
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Sana yazıldı bu mektup, belki okursun, belki de okuyamazsın ama ben yine de yazıyorum...

Yeni yeşermeye başlayan bir fidan doğuyor içimde, isterim ki bu fidanı sen sula sen büyüt senin sevginle canlanıp kök salayım.

Sevgine doğru yol bulayım istiyorum…

Lâkin zor.

Çok zor bu!

Anlatmak istediğim her şeyi yüzüne söyleyecek cesaretim yok onun için sana bu satırları yazmaya karar verdim…

Saklayamam söylemem gerek biliyorum onun için anlatıyorum…

Hayatımda ilk defa kıskançlık rüzgârları böylesine derin esti yüreğimde ilk defa yaşıyorum bu duyguları.

Ve de son defa!

Anladım ki ben seni sadece başka bir insandan değil her şeyden kıskanıyorum…

Sana bakan gözlerden, sana söylenen sözlerden.

Seni bir başkasıyla görmek bir yana, sen başkasından bahsettiğin de, onu seçtiğinde deliye dönüyorum...

Kendime zor hâkim oluyorum...

Hani sormuştun ya sen neden korkuyorsun diye bende sana kaybetmekten korktuğumu söylemiştim.

İşin gerçeği korktuğum tek şey seni kaybetmekti…

Seni kırmaktan çok korkuyorum, öyle mükemmelsin ki seni yitirme korkusu sarıyor bazen yüreğimi ve çaresiz olan bir insandan daha da aciz oluyorum işte o zaman.

Bu korkum yüzünden sana açılamıyorum bile hiçbir zaman da açılamayacağım zaten.

Konuştuğumuz günlerde seni görmek öyle büyük bir mutluluk veriyor ki bana koşup boynuna sarılmak istiyorum, ama yapamıyorum…

Sen bana bilmeden o heyecanı yaşatan hayatımdaki en güzel şeylerden birisin hayalini kurduğum sevgilim.

Ömrüm, canım, cennetim.

Evet, her şeyimsin sen benim.

Bugün yine seninleydim sen bilmeden o çok sevdiğimiz yere gittim, seninde seveceğini düşünerek seni de getirdim yanımda bendeydin beynimde, bedenimdeydin tüm varlığınla, tüm duygularınla hem de…

Ve sen gerçekten orayı çok sevdin, ellerimi tuttuğunda titriyordum, heyecandan kalbim yerinden çıkacaktı sanki nasıl çarpıyordu anlatamam…

Bana her aşkım dediğin zaman o dudaklarındaki tebessümü seviyordum ben.

Gözlerinde ki sevgi ve heyecanını görüyordum ve içim titreyerek seyrediyordum seni.

Geceleri ise rüya görüyordum ve sen bana kırmızı güller getiriyordun rüyalarımda.

Aşkım benim ne kadar güzel kırmızı güller vardı elinde.

Ama bundan daha önemli bir şey vardı.

Onlar senin sevdiğimin ellerine değmişti bu yüzden o kadar güzellerdi ve o güzel eller her gün hayalimde aynı güzellikte ki gülleri getiriyordu.

Her gece yeni den hiç bıkmadan usanmadan.

Ve ben her gece o güzel çiçeklere uzanırken ismin dudaklarımda haykırarak uyandım uykularımdan.

Uyku dediysem parça, parçaydı uykularım.

Ama ben senli anları sevdiğim için gözüm açık olduğu anlarda bile seni görüyordum daima yanı başımda.

Her an, her dakika.

Evet, sevdiğim belki bu yazdıklarım sana saçma gelebilir, gülüp geçersin ama bilmelisin ki sen benim için çok önemlisin, bu satırları okuduktan sonra belki benden nefret eder belki hiç görüşmek istemeyebilirsin…

Ama bil ki ben seni hayatımın her anında, her yerinde istiyorum…

Sonsuza dek!

Vazgeçilmezim ol… Vazgeçilmezin olayım…

Benden hoşlanmasan dahi beni güzel yüzünden mahrum etme çünkü seni çok seviyorum...

Öylesine seviyorum ki tarifi yok anlatılamaz buna imkân yok.

Ve sevgilim son sözüm.

Tek bir gerçek var oda sana olan aşkım.

SENİ SEVİYORUM.

Ve hep seveceğim…

Ferda Önenerk
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
10 Ekim 2007       Mesaj #1325
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
"Seni seviyorum." Önce bu sözcükleri bir rafa kaldırmalıyız; dirseğimizle kırmak zorunda kalacağımız bir camın arkasındaki bir kutuya; bir bankaya koymalıyız. Onları bir tüp C vitamini hapı gibi ortalarda bırakmamalıyız. Bu sözler dilimize çok kolay gelirse düşünmeden kullanabiliriz; dayanamayız. Söylemeyiz deriz ama söyleriz. Sarhoş oluruz ya da yalnızlık hissederiz, ya da büyük ihtimale, düpedüz umutlanarak, bir de bakarız o sözleri sarf etmişiz, kullanmışız, kirletmişiz. Kendimizi aşık olmuş ve uygun düşüp düşmeyeceğini sınamak için kullandık sanırız. Söylediklerimizi kulağımız duyana kadar ne düşündüğümüzü nasıl bilebiliriz? Bırak bunları; geçerli değil. Bunlar büyük sözlerdir; onları hak ettiğimizden emin olmalıyız. Onları bir kez daha duy: "Seni seviyorum."(I love you). Özne, fiil, nesne. Özne sevenin kendini ifade eden kısa bir sözcük. Nesne de özne gibi kısa ve dudakları öpmek için gibi uzatarak söylenen bir söcük. "I love you." Ne ciddi,ne ağırlıklı, ne yüklü geliyor kulağa.

Sanıyorum dünya dilleri arasında ses uyumu açısından gizli bir anlaşma var. Sanki toplanmışlar ve bu cümlenin kazanılması gereken, ulaşılmak istenen, layık olunacak olağanüstü bir şey tınısı vermesini kararlaştırmışlar. Ich liebe dich: bir gece yarısı, sigara sesli o fısıltı ve özne ile nesnenin mutlu kafiyesi. Je t'aime: değişik bir yöntem; önce özne ile nesne aradan çıkarılıyor ki o hayranlık ifade eden uzun ünlü harfin dibine kadar tadına varılsın. (Gramer de bir güven unsuru: nesne ikinci sıraya alınarak sevilenin birden başka biri olarak karşımıza çıkması engelleniyor.) Yatebya lyubulu: nesne yine teselli edici ikinci sırada, ama bu kez -özne ile nesnenin ses uyumu göstermesine rağmen- bir zorluk, aşılması gereken bir engel ima ediliyor. Ti amo: belki biraz fazlaca bir aperatif adına benziyor, ama özne ile fiil -eden ile edilen- aynı sözcükte birleştiğinden yapısal güven dolu.

Bu amatör yaklaşımı bağışlayın. Projeyi memnuyietle kendini insanların bilgi hazinesini arttırmaya adamış bir yardım kurumuna devredebilirim. Onlar bu ibareyi dünyanın bütün dillerinde incelemek, farklılıkların neler olduğunu saptamak, onları duyanların üzerinde ne etki yaptığını öğrenmek, hissedilen mutluluk derecesinin ibarenin zenginliği ile orantılı olarak değişip değişmediğini anlamak için bir araştırma komitesi kursunlar. Benden bir soru: acaba dillerinde seni seviyorum ibaresi bulunmayan kavimler var mıdır? Ya da hepsi ölmüşler midir?

Biz bu sözleri camın arkasındaki kutuda saklamalıyız. Onları kutudan çıkardığımızda çok dikkatli olmalıyız. Erkekler bir kadını yatağa atabilmek için "Seni seviyorum", kadınlar erkeği evliliğe zorlamak için "Seni seviyorum diyebilirler; her ikisi de korkuyu yatıştırmak, kendilerini eyleme sözcüklerle ikna etmek, vaat edilen koşulların gerçekleştiğine kendilerini inandırmak, aşkın henüz bitmediği konusunda kendilerini anlatmak için aynı ibareyi kullanırlar. Bu tür kullanımlara karşı tedbirli olmalıyız. Seni seviyorum dünyaya açılmamalı, bozuk para ya da hisse senedi gibi kullanılmamalı, bize kar getirmemelidir. Ama bu değerli cümle olmayan saçların yukarı kaldırıldığı çıplak bir boyuna fısıldanmak için saklanmalıdır.

Şu anda ondan uzağım; belki de tahmin ettiniz. Transatlantik telefon alaycı ve daha-önce-de-duydum türünden bir yansıma yapıyor. "Seni seviyorum"; ve o dahayanıt vermeden kendi metalik sesimin yanıtını duyuyorum: "Seni seviyorum." Bu beni tatmin etmiyor; yansıyan sözcükler herkes tarafından duyulur. Yeniden deniyorum; aynı sonuç. Seni seviyorum, seni seviyorum - bu sözler çılgın bir ay süresince liste başı olan, sonra saçları yağlı, sesleri özlem dolu bodur rock şarkıcılarının ön sırada oturan ve sallanan kızları baştan çıkarmak için kullandıkları cırtlak bir şarkı haline dönüşüyor. Baş gitar kıkırdarken ve bateristin dili açık, ıslak ağzından sarkarken seni seviyorum, seni seviyorum.

Aşk konusunda, aşk dilinde ve hareketlerinde tam doğruyu bilmeliyiz. Hayatımız buna bağlı ise, ölüme bakmayı öğrenmemiz kadar açıkça bakmalıyız aşka. Aşk okulda öğretilmeli mi? Birinci sömestr: arkadaşlık; ikinci sömestr: şefkat; üçüncü sömestr: ihtiras. Neden olmasın? Çocuklara yemek pişirmesini, araba tamirini ve gebe kalmadan nasıl birbirleriyle sevişeceklerini öğretiyorlar; ve biz, çocukların bu konuda bizden daha iyi olduğunu farz ediyoruz, ama eğer aşkı bilmiyorlarsa bunların onlara ne yararı olabilir? Bu konuda kendi başlarına bata çıka ilerlemelerini bekliyoruz. Ve, anlamadığımız her şey için sorumlu tuttuğumuz Doğa, otomatiğe bağlandığı zaman o denli iyi işlemiyor. Evliliğe kaydedilen saf bakireler ışık söndürüldükten sonra Doğanın tüm yanıtları bilmediğini keşfetmişlerdir. Saf bakirelere aşkın vaat edilen cennet, bir çiftin içinde Tufandan kurtulabileceği bir gemi olduğu söylenmiştir. İçinde bol vahşi hayvan bulunan; kaptanlığını, başınıza gofer ağacından yapılmış çomakla vuran ve her an sizi küpeşteden denize fırlatabilecek deli bir kır sakallının yaptığı bir gemi.

Baştan alalım. Aşk insanı mutlu eder mi? Hayır. Aşk sevdiğiniz insana mutluluk verir mi? Hayır. Her şeye kadir midir? Gerçekten hayır. Ben de bunlara inanıyordum, elbet. Kim inanmıyordu ki (ruhun alt katlarında hala inananlar yok mu)? Bütün kitaplarımızda, filmlerimizde var; aşk binlerce öykünün gün batımıdır. Eğer her şeyi çözümlemezse, aşk neye yarar? Bütün hayallerimizin gücünden şunu çıkarabiliriz ki, aşk bir kez elde edildi mi, günlük acıyı hafifletir ve kolay bir uyuşturucu etkisi yapar.

Bir çift birbirini sever, fakat mutlu değildir. Bundan ne sonuç çıkarırız? Birinin öbürünü gerçekten sevmediğini mi, yoksa bir birbirlerini yeteri kadar sevmediklerini mi? Ben buna GERÇEKTEN karşı çıkıyorum. Ben hayatımda iki kez sevdim (bu da bana çok gibi geliyor), bir kez mutlu, bir kez mutsuz. Bana aşkın ne olduğunu öğreten mutsuz aşk oldu -o zaman değil, yıllar geçtikten sonra. Tarihler ve ayrıntılar -onları istediğin gibi doldur. Ama aşıktım ve uzun bir süre, yıllarca sevdim. İlk önceleri şımarıkçasına mutluydum, kendimden başka hiçbir şeyin varolmadığı inancının keyfiyle hoyrattım; ama çoğu zaman şaşılacak kadar, içim içimi kemirecek kadar mutsuzdum. Onu yeterince sevmedim mi? Sevdiğimi biliyorum -onun için geleceğimin yarısından vazgeçmiştim. O beni yeterince sevmedi mi? Sevdiğini biliyorum -benim için geçmişinin yarısından vazgeçmişti. Beraberce keşfettiğimiz denklemde yanlış olan nedir diye kendimizi yiyerek yıllarca yan yana yaşadık. Karşılıklı sevgi mutluluk sonucu vermedi, ama biz verdi diye ısrar ettik.

Daha sonra aşk hakkında neye inandığıma karar verdim. Biz aşkı aktif bir güç olarak düşünüyoruz. Benim aşkım onu mutlu "ediyor"; onun aşkı beni mutlu "ediyor"; bunun neresi yanlış olabilir? Oysa yanlış; böyle bir denklem yapay bir kavramcı model akla getiriyor. Ona göre aşk herşeyi değiştiren, dolaşmış bir düğümü çözen, hokkabazın şapkasını mendillerle dolduran, havaya güvercinler uçuşturan bir peri değneğidir. Ama modelin kaynağı büyü değil, atom fiziğidir. Benim sevgim onu mutlu etmiyor, edemiyor; benim sevgim sadece ondaki mutlu olma yeteneğini ortaya çıkarıyor. Ve böylece her şey daha bir anlaşılır oluyor. Nasıl olur da ben onu mutlu edemem, nasıl olur da o beni mutlu edemez? Basit: beklediğimiz atomik tepki oluşmuyor, atom zerrelerini bombardıman etmek için kullandığınız ışın başka bir frekansta çalışıyor.

Ama aşk bir atom bombası değildir, onun için daha sade bir kıyaslama yapalım. Ben bunları Michigan'daki bir arkadaşımın evinde yazıyorum. Amerikan teknolojisinin yarattığı, mutluluk makinesi dışında her türlü alet ve edevatın bulunduğu tipik bir Amerikan evi. Arkadaşım dün beni Detroit havaalanından arabayla getirdi. Evin kapısına yaklaşırken torpido gözüne uzanıp uzaktan kumanda aletini çıkardı; usta bir dokunuş ve garaj kapıları yukarı doğru sarıldı. İşte benim önerdiğim model: Eve geliyorsun -ya da geldiğini sanıyorsun- garajın önünde her zamanki büyünü kullanmayı deniyorsun. Hiçbir şey olmuyor. Önce şaşkın, sonra endişeli, en sonunda kızgın bir inanamazlıkla, arabanın motoru çalışırken kapının önünde duruyorsun; orada haftalarca, aylarca, yıllarca, kapıların açılmasını bekliyorsun. Ama yanlış arabadasın, yanlış kapı önündesin, yanlış evin dışındasın. Sorunlardan biri de şudur; yürek yürek biçiminde değildir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Ekim 2007       Mesaj #1326
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Masum Değil


Sadece bir anlık konuşmadan sonra nedensiz buluşma bağladı yine
birbirimizi bize.Hiç anlamadık sebeplerini.Nedenlerini soramadan ellerimiz
birbirine çoktan kenetlenmişti.Sanki hiç kopmayacakmış gibi.Aklımdan
çıkmayan o hasret günleri,çektiğim çileler,haykırdığım isyanlar hiç biri
unutulmadı.O aylar boyunca ağladığım gecelerin hesabını kim verebilir
ki?kim beni o eski deli dolu günlerime döndürebilir ki?Aşk mıydı beni böyle
divane eden yoksa bu sadece onda mı gizli?Zaman sanki benimle birlikte o
vazgeçilemez aşkımı da alıp götürdü.Sürüklendim bir uçtan bir uca.Gelip de
elimden tutanım hiç olmadı.sevdim diye mi çektim bu acıları bunca
zaman.Hani sevip sevilmek çok güzeldi.Mutlu ederdi insanı;yetmiyor işte
mutlu olmak yetmiyor.Kimseler fark etmeden eriyip gidiyorsun ama nedenini
ne sen ne de başkası bilmiyor.Zaten kimsede öğrenmek istemiyor yalan
mı?Hayatımı mahvettiler,yaşarken öldürüldüm.sevdiğimin ardından en zayıf
noktamdan yakalandım.Giden sevgili yüzünden bitip,tükenmek çok kolaymış
meğersem,ölüm bir harekete bakarmış.Bunları anladın sevince.Her gün daha
fazla tükenen bir beden gördüm o aynanın karşısında.Halbuki bakılmaya
kıyılmayan kaç masum yüz verdik topraklara.Yine bilinmedi kıymet yine
anlamadılar değerlerini.Bu kedere bu derde aşk mı diyorlar?Sevgimi bunları
bize yaptıran.Kimler bu sözlerimden utanacak acaba?bunlara rağmen
anlayan yok beni değil mi?Ben yine mutlu olabilirim geçici bir süre.Ya
onlar acılarıda sevinçleride mezara gömülenler hiç anlamı yok.Aşkın azabı
kör hançerle kalplere yazılmış çoktan.Sonu yok ne benim için ne çekenler
için ne de aşk uğruna.Mezara Girenler İçin..
Merve Ağca
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
10 Ekim 2007       Mesaj #1327
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Seni ozluyorum.
Gecenin en zifiri aninda bile odami aydinlatan bu aski ozluyorum en cok da her gun duyabilmek icin cirpindigim sesini. Seni ozluyorum iste...
Her kavgamizin sonunda cekdigim sancilari, seni kaybetmek korkusu yuregimi bir bicak gibi kestigi anlari bile.
Seni ozluyorum kabul ettim artik bunu...
Gozbebeklerimin icine yerlesmissin ve dunyada iyiye ve guzele dair ne varsa icinde sen varsin.
Meleklerin kanatlarinda geliyorsun sen bana her gun, martilarin gozlerinde. Bir papatya demetinin ustundeki ugur bocegi oluyorsun, ayin savkinda, umudun mavisindeki en cok bu renge tutkunum bilirsin sen varsin.
Yuregime islemisim seni bir dantel gibi ince ince dugumlerle...
Cozulemezsin cozmem seni.
Oradasin orada kalmalisin.
Cunku bir tek sen yuregime yakisirsin.
Her gun icimi isitan asil sensin sicacik isIklarinda tum ruhumu saran, her yeni gune gozumu acar acmaz icine dolustugunbir gunaydinsin.
Seni ozlemek dayanilmaz hale geldginde bile hic isyan etmiyorum.
Cunku icimdesin ve seni goz yaslarimla akitmaya kiyamiyorum.
Ozlemin sancilariyla bedenim her gun olse de aslinda her gune yeniden doguyorum.
Seni ozluyorum cunku seni seviyorum hemde cok..
Dogrularini yanlislarini sorgulamadan, bir cocuk yuregi gibi masumca yasiyorum seni.
Bu hayata verdigim her nefesde gittigim her yerde sende benimle birlikte varsin.
O yuzden yalnizlik hic bilmiyorum.
Asla degistirmeden, en katiksiz halinle seviyorum seni.
Ozgurlesiyor askimiz, sevdikce buyuyor ozledikce yuceliyor.
Iste en cok bunu, ozluyorum seni sevmeyi ozluyorum.
Sevdikce daha cok ozluyorum, ozledikce daha cok seviyorum.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Ekim 2007       Mesaj #1328
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Dedikleri


Aşk: en yalın biçimde anlatılan tek kavramdır o,adı kendisidir zaten.Onu anlatmak için sonu gelmez cümleler kurmanıza gerek yoktur.''Aşık oldum'' dediğiniz an akan sular durur,küçücük çocuk bile sizi rahatlıkla anlar.Çünkü aşkın dili tektir.Aşk cesaret ister,kocaman bir yürek ister.Nedir bu aşk denilen şey?Elle tutulmaz,gözle görülmezbir şeyse nedir bu yaşanan somut acılar,güzellikler?Aşk,hayatın bize hazırladığı en güzel sürprizdir,bu yüzdende kalpleri ne zaman ele geçireceği hiç belli değildir.Daha ne olduğunu bile anlayamadan onun hükümdarlığına giriverirsiniz.Aşkın zamanını biz ayarlayabilseydik eğer ve kime neden aşık olduğumuzu anlayabilseydik,aşkın sırrınıda çözerdik herhalde.Ama o zamanda aşkın insanı alıp götüren büyüsü tamamen kaybolurdu.Aşk hayata ve zamana karşı işlenen en büyük suç ortaklığıdır,aşk hayatın bütün tek düzeliğine,bütün sıradanlığına en soylu baş kaldırıdır.Ondan korkup kaçmak hiç kimseye yakışmaz.Ve elbette yaşanılan aşkı suçlamak,yargılamak,karala! mak da aşka yakışmaz.Bu önce haksızlık kendinize saygısızlık olur.İnsan sonuna kadar savunmalı aşkını karşılık görmesede,acı çekeceğini hissetsede,yarın terk edileceğini bilsede,ailesini karşısına alacağını bilsede taviz vermemeli aşkından.''SENİ SEVİYORUM'' diyebilmeligöğsünü gere gere.Aşk işte o zaman aşktır.Ve bunun doğrusu yanlışı yoktur,zaten aşkın kendisi doğrudur.Kime karşı duyuluyorsa bu aşk,doğru insanda işte odur.Aşkın zamanı yoktur hep hazırlıksız yakalar insanı.Evli olmanız,sevgilinizin olması,bir ayrılığın taze yaralarını kurutmaya çalışmanız,bağlılıktan korkmanız,ailenizden çekinmeniz,hatta sevilenin hapse girmesi bile onun hiçmi hiç umrunda değildir.İşte aşk bütün bunlara tek başınıza karşı gelme yürekliliğidir,belkide yeni hayata geçebilme yoludur...Aşkın ne zaman geleceği belli olmadığı gibi,ne zaman gideceğide hiç belli değildir.Fazla vakti yoktur onun,uzun süre beklemeye ve bekletilmeye tahammülüde yoktur.Bir başka göze bakmaya bir başka tene dokunmaya baş!
laması okadar da zor değildir... Aşktan değil onun kaçmasından korkun ve doğruluğuna yanlışlığına bakmadan sonuna kadar savunun aşkınızı. Biliyormusunuz hayat zaten kocaman bir yalan.Bu kadar sahteliğin içinde gerçek ve doğru olan tek güzellik AŞK lütfen ona haksızlık etmeyin.Aşkına,sana aşık olana sahip çok ve onu kaybetme.''SENİ SEVİYORUM'' demek için geç kalma! Sevgiyle kal...

Mehmet Baki Gültekin
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
11 Ekim 2007       Mesaj #1329
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
Uzaktan akrabamızdı. Abi diye hitap ederdim ona kendimi örnek aldığım; tıpkı dağların doruklarında zamansız kalabilmiş kar birikintisi gibi göz alıcı bir şahsiyetti benim gözümde. Paylaşımlarla kurulan dostluğumuz, saatlerce süren dostluk kokan sohbetlerimiz dertlerimiz anılarımız gülüşlerimiz ve tesellilerimiz yerini çok sonra fark edebildiğim kaçamak bakışlara bırakır gibiydi. Bir türlü kabullenesim gelmiyordu dostane duyguların aksini. Ailem dahil çevremdeki herkesin gözdesiydi o. Bilhassa arkadaşla gönülleri fethediyordu muhabbetiyle.

Buna rağmen mantığımı elden bırakmıyor onun beni asla yar olarak göremeyeceği gerçeğini açıklamaya çalışıyordum bizleri yakıştıranlara. Ben olgun bir yetişkin gibi davranmaktan bihaber yaşamayı ilke edinmiş bir genç kızdım. O ise sorumluluk sahibi ciddi bir deniz astsubayıydı. Karakterli, ağırbaşlı disiplinli bir o kadar da iyimserdi.

Velhasıl 1,5 aylık bir süreden sonra görkemli bir itirafla yüz yüze kalıyordum. ‘’Bana abi deme’’ diyordu. Ben ise şaşkındım sessizce haykırıyordum içten içe, şimdi neler olacak diye. Susarak geçirdiğim 2 günden sonra onu deli gibi severek başladım güne. İnanıyordum uykumda aşık olmuştum ona.

Her ikimizin gözlerinde görülmeye değer bir ışık yüzlerinde ise tarifi mümkün olmayan bir tebessüm yer edinmişti. El eleydik. Bir ömür boyu beraber yol almak için ilk adımı attık sözlendik. Fakat ayrı düştük; aşkım dünyanın bir ucunda seyirdeydi. Bekledim bekledim...

En nihayetinde kavuştuk sınırsız sevgi limanımızda. Ama vuslatın sarhoşluğu fazla devam etmedi 1 aylık bir sürecin ardı gelen bir özlem daha ayırdı bizleri sevdiğimle yine! Şimdi uzağız yine birbirimize. Yıldızlara yarenlik etmek alışıla gelmiş bir sohbet oluyor zamanla. Bu yüzden doyamıyoruz ya birbirimize hatta bazen sevgi sözcükleri bile aç kalıyor sevgimizin yanında. Ruhlarımızı çepeçevre sarmalayan sıcaklığın yanı sıra, yalnızlıklarımızda kurduğumuz hayallerimizle yücelttiğimiz umutlarımızla körüklüyoruz hasretliğimizi biz. Neyse ki her ikimizde severek yaşıyoruz. Neyse ki bizler özlemle yanıp özlemle tutuşuyoruz. Ve asla aşkı katliamlara maruz bırakanlardan olmuyoruz.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
12 Ekim 2007       Mesaj #1330
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yorgun argın geldi evine genç adam. Her zaman ki gibi uzandı o eski püskü kanepesine. Tam uykuya erişmeden, sersemleşen kafası bir anda çalan telefonla irkildi. Sersemleşmenin etkisiyle tam sesi çıkmayarak ‘’efendim’’ diye cevapladı.

Uzaklarda olan bir arkadaşıydı telefonun diğer ucunda ki. Doğum günün kutlu olsun diyordu. Bunu duyunca daha da sersemledi kafası ve o eski kanepenin yanındaki masanın üzerinde duran her günü karalanmış takvime baktı. Gerçektende doğum günüydü. Bu tarihi belki arkadaşı yeterince gelişmiş teknolojinin eseri olan telefonun ajandası sayesinde hatırladı. Ama bu günü ne teknoloji eseri bir telefon sayesinde ne de en önemlisi kendisi bile hatırlayamadı.


Hayatın koşuşturmasına o kadar kendini kaptırmıştı ki kendisi için bu önemli gün sıradan bir gün gibi geçmişti. Aslında acı olan. Her doğum gününü ölüme bir yıl daha yaklaştığının habercisi olarak bakıyordu. Ölümden korktuğundan değildi içinde yerleşmiş bir duygu.Mevlana ölümü düğün gününe benzetmesi gibi belkide. Dostuna hatırlatmasından dolayı için teşekkür etti ve telefonunu kapattı.Tamamen kapattı telefonu Çünkü dostu anlamıştı telefonundaki ses tonunun çok hüzünlü oluşunu. Biraz moral bulması için hakanın arkadaşlarına haber verip doğum günü için kutlamalarını isteyebilirdi. Bunun için cep telefonunu kapattı.


Zar zor geçimini sağlamasın rağmen bir türlü vazgeçmediği o pahalı sigarasını yaktı. Bir nefes çekti. Arkadaşı bir soru sormuştu kaç yaşına bastın diye. Hakan 35 diye cevaplamıştı. Aslında 21 idi. Espri zannetmişti belki bunu arkadaşı ama hakan 21 değil 35 yaşına basmıştı. Nüfus cüzdanının üzerindeki tarihi göre değil ama. Çünkü 35 yılla değer hayattan sille yemişti. Saçlarına aklar bile düşmüştü.

Sigarasından bir nefes daha çekti. Yüreğindeki boşluk bir daha aklına geldi. Kimsesi kalmamıştı şu hayatında hep kaçmıştı insanlardan. Babasının kendisini sevmediğini düşünerek ayrılmıştı evinden. İzini kaybettirdi başka şehre yerleşerek. Annesi üzülmesin diye ayda bir telefon ediyordu kendisinin iyi olduğunu söylemek için annesi ile telefondaki tek konuşması anne ben iyiyim merak etme diyip kapatırdı telefonunu. İki kardeşi vardı onlarda kendi derdine düşmüştü zaten umurlarında bile değildi. O şehri terk ederken birçok varlığını kaybetmişti. Ailesini, dostlarını, arkadaşlarını sevgilisini... aşklarını terk etmişti. Her şeyini terk etmişti. O şehri terk ederken bunları göze almıştı.
Kim bunları göze alabilirdi ki. O nüfus cüzdanındaki yaşına bakılacak olunursa eğer.


Belki aptaldı bunu yaptığı için. Cesur biriydi hakan bunları bir anda silip attığı için.


En çok ona bir nebze olsun bu terk etmeleri unutturan bir aşk aradı. Buldu. Yada bulduğunu zannetti. Ama korktu o aşkıda o sevgiyi de bir gün terk ederim diye. O sevdiği, seven kişiyi de acı çektirmekten korktu. Çünkü o babasını annesini dostlarını memleketini terk edebilmiş bir şahsiyetti. Aşkı da terk etmişti.


Ve artık tek dileği yalnız başına bir apartman dairesinde o eski kanepede uyurken ve DOĞUM GÜNÜN DE ölmekti. O doğum gününde bir yıl daha ölüme yaklaştığını hatırlamadan bir arkadaşının telefonuyla irkilmeden.pahalı sigarasından bir nefes çekmeden O kanepenin üzerinde bu hayatı da terk ederek.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat