Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 85

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.613 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mayıs 2007       Mesaj #841
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İNSAN VE DÜNYA

Sponsorlu Bağlantılar

Adam,bir haftanın yorgunluğundan sonra Pazar sabahı kalktığında bütün haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşündü.

Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve sinemaya ne zaman gideceklerini sordu. Baba oğluna söz vermişti bu hafta sonu sinemaya götürecekti ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim dedi sonra düşündü:

-Ohh be kurtuldum en iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez.

Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi ve “baba haritayı düzelttim,artık sinemaya gidebiliriz”dedi.

Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hala hayretler içindeydi ve bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu cevabı verdi:

- Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan vardı.

İNSANI DÜZELTTİĞİM ZAMAN

DÜNYA KENDİLİĞİNDEN DÜZELMİŞTİ.

nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
3 Mayıs 2007       Mesaj #842
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Gitmek Gerekiyorsa Gitmelidir..

Sponsorlu Bağlantılar
Iyi kalpli yalniz bir adam bir gun bir koza bulur.
Kozanin icinde kucuk bir tirtil vardir.
Adam cok sever bu tirtili.
Onunla tum yalnizligini, tum sevgisini paylasir.
Gel zaman git zaman tirtil buyur, guzel bir kelebek olur.
Adam kelebegine hayran, birakamaz onu bir turlu.
Aslinda kelebegin aklinda daglar, kirlar, cicekler vardir da
kiyamaz bir turlu adama ve sevgisine, yalniz birakamaz onu.
Uc gunluk omrunu sevildigi ve sevdigi yerde gecirmeye hazirdir.
Ama adam bilir ki
"Sevmek bazen vazgecmeyi de bilmektir."
Kelebegine son kez bakar ve onu saliverir ozgurlugune, kirlarina, ciceklerine dogru...
Kelebek mutlu olmasina mutludur ama hicbir meltem,
hicbir cicek yapragi adamin avucunun sicakligini andirmaz.
Aklinda adam, o cicek senin bu cicek benim dolasir saatlerce...
Adam bir kelebege sevdali, bakip durur bosluga.
Kelebekse hâlâ konacak sicak bir avuc aramakta!
Boylece kelebek sunu anlar;
"Bazen ait oldugumuz yer orasidir; sicak bir avuctur biliriz.
Ama o yerin bize ait olma ihtimali bir hictir."
Boylece adam sunu anlar:
"Hicbir sevdayi yalnizca sevgiyle yasatamazsiniz." O gunden sonra kelebek, adama duydugu ozlemi gomecek bir dag aramaya baslar. Ama gucu tukenene dek arayip da bulamayinca anlar ki
"Hicbir dag bir ozlemi gomebilecegimiz kadar buyuk degildir.
" Adamsa artik sevdasini koyar avuclarina kelebeginin yerine......

gitmek gerekiyorsa gitmelidir, gitmek gerektiginde kalmaktir yanlis olan....

Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
3 Mayıs 2007       Mesaj #843
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Upuzun, bana kapkara gelen trenin yanında anlamsızca bakakalmıştım giden kadının ardından. Ne hissetmeliydim tam olarak kestiremiyordum, diğer çocuklar gibi ağlamam, tepinmem mi gerekiyordu, yoksa burada bırakıldığım için sevinmem mi... Belki de sadece el sallamam gerekiyordu. Hayır, hiçbirini yapmadım, sadece bakakaldım giden ve adı 'anne' olan kadının arkasından'
Hatırladığım kadarıyla onda da çocuğundan ayrıldığına dair herhangi bir üzüntü ya da başındaki beladan kurtulduğuna dair herhangi bir sevinme duyguları yoktu. Gitti ve ben baktım ardından' Tam trenin ilk basamağına adım atmıştı ki arkasını döndü ve ifadesiz bir yüzle el salladı, eh işte bende gayri ihtiyari kaldırıverdim elimi'
Neredeydim, neden buraya getirilmiştim ve nereye götürülecektim bilmiyordum. Her zamanki gibi elbette birileri tarafından karnım doyurulacak ve yatmam için bir yatak verilecekti, bundan yana endişe duymuyordum. Ama kimin yanında ve nerede?.. Henüz beş yaşında küçücük bir çocuk olmama rağmen galiba yaşımın üstünde bir olgunluğa sahiptim, belki de tam tersine sahipsizlikten, birilerine ait olma duygularının ve güvencinin yoksunluğundan kaynaklanan büyük bir boşluğa.
Şu an düşündüğümde o anki duygularımı tam olarak hatırlayamıyorum, ya ürktüğümden, ya da her neyse' Aklımda kalan olaylardan bir tanesi de omzuma bir kadın eli dokunduğunda korkup kim olduğuna bile bakmadan bir iki adım gerileyerek kendimi o elden uzaklaştırdığımdı. Fakat inatçı el tekrar geldi, bu sefer iki omzumdan yakaladı ve eğilerek gözlerimin içine baktı.
' Merhaba, ben Nurgül, seni almaya geldim.'
'..............'
'Galiba bundan sonra beraber yaşayacağız. Senin annen olmak istiyorum.'
'Ama ben anne istemiyorum...' dediğimi ve kaçtığımı gene belli belirsiz hatırlıyorum. Çünkü neden bu tepkiyi verdiğimi ve nereye doğru gittiğimi bilmeden neden amaçsızca koştuğum hakkında bir fikrim yok. Oysa o gülen gözlerden bir an için bile olsa hoşlanmıştım, ama çocukluk işte, aklıma gelen tek şey tanımadığım bu insanlardan uzaklaşmak olmuştu. Arkamdan,
' Koş Cafer!' diye bir ses duydum. Bu sefer kadının yakınlarında duran bir adam tek hamlede yakaladı beni ve kucağına bastırdı. Tepiniyordum, bağırıyordum şirret çocuklar gibi, ama ne yazık ki nedenini bilmiyordum.
Kocaman çikolata paketini görünce susmak zorunda kaldım, çünkü eğer bağırmaya devam edersem onu bana vermeyeceklerini son derece kararlı bir ifadeyle söylemişlerdi. Sustum ve hırsla yemeye başladım. Ara sıra gözümü kaldırıp, kendi aralarında bana bakarak konuşan adamla kadını inceliyor, göz göze gelince de hemen hırçınca kafamı çevirip çikolata paketine geri dönüyordum. İyi de paketin sonu gelmişti, şimdi ne yapmalıydım?..
Onlar boğazımın derdine dağılan dikkatimi fırsat bilip hemen bir arabaya attılar beni büyük insanların çevikliğiyle. Bu sefer itiraz etmedim, edemedim zaten alışıktım oradan oraya sürülmeye.
İki katlı, küçük, bir o kadarda sevimli olan evin önünde indik takır tukur eski model arabadan. Bana tüm soğukluğuma rağmen evi dolaştırıp, istekle hazırlandığı her halinden belli olan odamı gösterdiler. Hareketlerinde şimdiye kadar alışık olmadığım bir ilgi ve sabır hissediyordum, dolayısıyla onlara alışmam zor olmadı. İlk haftalarda hiç konuşmamama rağmen isteklerini itirazsızca uyguladım, kendim yaklaşamıyordum öyleyse o iki insana fırsat vermeliydim, çünkü onlardan zarar görmeyecektim, bunu hissettim küçücük yüreğimle...
Bir gün benim için özenle hazırlanmış kahvaltı sofrasında otururken soruverdim.
' Siz benim annemle babam mı oldunuz?'
Sesimi duymak beklemedikleri bir olaydı, birdenbire durdular ve gülümseyerek bana baktılar, haftalardır gösterdikleri uğraş boşa gitmemişti.
' Güzelim sen nasıl istersen öyle olsun. Yani anne, baba da diyebilirsin, isimlerimizle hitap edip amca, teyze de diyebilirsin. Şunu bil ki biz seni çok seviyoruz ve günler ilerledikçe daha çok seveceğiz. Eğer sen istersen annen baban olmaya hazırız.'
'Ama benim annem var.'
'Evet annen var ama şimdi çok uzaklarda ve seni bize emanet etti. İstediğin zaman onu görebilirsin. O çalıştığı için sana bakamıyormuş. Bundan sonra evin burası, okula gideceksin, arkadaşların olacak ve biz senin hep yanında olacağız.'
'Yani hep burada mı kalacağım?'
'Evet, her zaman. Artık bizim çocuğumuz olacaksın.'
'O zaman siz de benim annemle babam olun.'
Orta yaşlarını sürdürmekte olan, her ikisi de hafifçe toplu bu kadınla erkeğin istem dışı elleri birbirini bulup sıktı ve gözleri doldu. O zamanlar onlar için ne ifade ettiğimi bilemiyordum ama galiba bende sevinmiştim.
-----
Zaman içerisinde yeni annemle babama, evime, odama, en çok da köpeğimiz Huysuz'a alışmıştım. Günümün çoğunu onunla oynayarak, kırlarda koşturarak geçiriyor, ilk defa farkına vardığım ait olma duygularının verdiği rahatlıkla hayatımı sürdürüyordum.
Bu arada beraber yaşadığım yeni annemle babam hakkında bir sürü bilgi edindim. Yaklaşık on beş senedir evlilerdi ve çocukları olmuyordu. Uzun süren tedaviler sonucunda ellerinde avuçlarında kalan tüm paraları hastaneye yatırdıktan ve kesinlikle çocukları olmayacağını öğrendikten sonra evlatlık almaya karar vermişlerdi. Maddi durumları çok iyi değildi ve sosyal hizmetler kurumu önlerine pek çok engel çıkartıyordu. Allah'tan ümit kesilmez düşüncesiyle kabuklarına çekildikleri anda babamın İstanbul'da yaşayan kuzeni onlara müjdeli haberi getirmişti. Her nasılsa adı 'anne' olan kadınla tanışmış ve dertleşmiş olan bu adam onun çocuğunu istemediğini, bakamadığını, çocuğu verecek bir yer de bulamadığını duyduğunda aklına Artvin'de yaşayan, çocuk aşkıyla yanıp tutuşan kuzeni Cafer gelmiş ve aralarında diyaloglar başlamış. Yeni annemle babam çocuğu tekrar anneye geri vermemek şartıyla para teklifinde bulunmuşlar, adı 'anne' olan kadın da paraya ihtiyacı olduğu için nereye gideceğimi incelemeden balıklama atlayarak kabul etmiş. Kısacası satılmışım.
Tüm bu bilgileri tabii ki gelip bana anlatmadılar, fakat ben sağdan soldan duyduklarım ile onların ağızlarından kaçırdıkları cümleleri birleştirdiğimde böyle bir hikaye oluşturdum ve o kadından daha da nefret ettim. Fakat üzülmedim, ben yeni ailemden memnundum, aksine sevsinler, bırakmasınlar, tekrar başka yerlere göndermesinler diyerek elimden gelen gayreti gösteriyor, içimden yaramazlık yapmak, inatlaşmak, aksileşmek, kafamın dikine gitmek, sözlerini dinlememek gibi duygular geçse de bastırmaya çalışıyor, annemin beni evden atmasını engellemek için neredeyse yaltaklanıyordum. Belki de sevgi açlığından kaynaklanıyordu bilemiyorum ama Nurgül anneme sürekli dokunma ihtiyacı hissediyor, elim yanaklarında, bulduğum her ilk fırsatta kucağına oturuveriyordum. İlk aylarda Cafer babama karşı hep geride ve kendimi savunur vaziyette durmama rağmen, onun anneme ve bana zarar vermeyeceğini yani dövmeyeceğini anlayınca yavaş yavaş sokulmaya başladım. Küçücük yaşlarımda olmama rağmen erkeklerden edindiğim izlenimler hiç de olumlu sayılmazdı, onlara karşı ilgisiz, soğuk durmuş, çevremdeki kadınlara gösterdikleri olumsuz davranışları bizzat gözlemlediğim için korunmam gerektiğini düşünmüşümdür. Belki tezat olabilir ama aynı zamanda da onları aşağılık ve tiksinti verici bulmam sebebiyle her zaman acımış, bu hale düşmelerinin altında kadınların yattığını, ilgi ve sevgiyle doyuruldukları takdirde bu kadar iğrenç görünmeyecekleri kafamda oluşmuştu. Erkeklerle ilgili karışık duygular içinde olmamın nedeni hiçbir erkeği yakından tanımamış olmam, tanıdığım annem de dahil diğer kadınların onlar hakkında söyledikleri, o yaşlarda pis olarak nitelendirdiğim olumsuz sözlerdi. Benim hiç babam olmamıştı ki, tam anlamıyla yürekten 'baba' kelimesini söylememiştim ki...

Cafer baba ile ilişkilerimiz yüzeyseldi, eve mutlaka elinde bir hediyeyle geliyor, heyecanla kendisine doğru koşmamı büyük bir coşkunlukla seyrediyor, ben paketi alıp tekrar koşarak yanından ayrıldığımda en önemli görevini yerine getirmiş ve rahatlamış insan edasıyla koltuğuna uzanıyordu. Sonrada her işten yorgun gelen erkek gibi televizyon karşısında uyukluyor ve ben onu tekrar ertesi akşam elinde yeni getirdiği yiyecek paketiyle buluyordum. Olsun, erkek sevgisine alışık olmayan benim için bu kadarcık bir ilgi bile yeterdi.
Sakin, huzurlu birbirine benzeyen günler akıp giderken bu ev içinde bir seneyi doldurmuştum. Benim için tatlı heyecanlar başlamıştı, çünkü yakında okullar açılacaktı. Biraz endişe biraz da merak duyguları eşliğinde okula başlayacağım günleri sabırsızlıkla bekliyordum. Aslında heyecanımın ana sebebi annemle babamın sürekli okuldan bahsetmelerinden, güya beni hazırlamaya çalışmalarından kaynaklanıyordu. Sanki onlar okula gideceklerdi, kalemler, defterler, çantam, okul formam çoktan hazırlanmış ve odamın bir köşesine çeyiz gibi yerleştirilmişti. Görüntüleri bile rahatsız etmeye yetiyordu, ara sıra gözüm kayıyor ve kaygılanıyordum, ya onların istediği gibi bir çocuk olamazsam, ya derslerimi öğrenemezsem, ya öğretmenim beni sevmezse ve ben istenmeyip annemle babam tarafından kapı önüne koyulursam. Sırf bu düşünceler sıkıntılarımı arttırdığı gibi okul konusunda da hırslanmama sebep oluyordu.
Nihayetinde beklenen gün geldi ve okul açıldı. İlk gün beklediğim ya da bana anlattıkları kadar güzel geçmedi, hatta korkunç bir gündü diyebilirim. Annemin elini sıkarcasına tutarak kesinlikle bırakmadım, o kalabalık gürültülü sınıfa girmemek için elimden gelen gayreti gösterdim. Hayır, Nurgül annemden ayrılmayacaktım, okula gelmeyecektim, o kötü çocukların arasına karışmayacaktım. Okul çıkışında onları bulamamaktan, annesiz babasız evsiz kalmaktan kısacası koskoca dünyada kaybolmaktan korkuyordum.
Zavallı kadıncağız iki ay boyunca benimle sıramda oturmak zorunda kalmıştı. Ben gayet mutluydum ama onun üzüldüğünü, bunaldığını ve diğer çocuklar gibi davranmadığım için endişelendiğini hissediyordum. Ama ne yapayım korkuyordum işte bunun başka bir açıklaması yoktu ki benim için' Oysa dersleri anlamakta zorluk çekmemiştim, hatta öğretmenimin dediğine göre ilk algılayanlardan birisi de benmişim. Annem gibi bunalan ve tüm ilgisini ve olanaklarını benim için zorlayan öğretmen artık bu şekilde devam edemeyeceğimizi söylediğinde ben de annem de öylece çaresiz kalakalmıştık. Karar bize, daha doğrusu bana bırakılmıştı; ya tek başıma sınıfta oturacaktım, ya da okula gelmeyecektim. Evde anneme ne sözler veriyordum, kendimi ikna etmeye, cesaretlendirmeye çalışıyordum ama okula gelince olmuyordu, elini bırakıp ayrılamıyordum ondan. Sonunda pes ettiler ve benim hazır olmadığımı düşünerek o sene ki okul maceramı istemeyerek bitirdiler. Birden bire rahatlamış, o karabasan günlerden kurtulduğum için ve de annemi fazlasıyla yorduğum için daha itaatkâr, daha sevimli bir kız çocuğu olup çıkmıştım.
------------------------000--------------------
'Kızımı almaya geldim.'
'Hayır bunu bize yapamazsınız, söz vermiştiniz.'
'Hiçbir şey için söz vermedim.'
'Ama para aldınız...' (hıçkırıklar sebebiyle yarım kalan cümleler)
'Aldığım paranın iki katını getirdim size, bu güne kadar baktığınızın karşılığı olarak.'
'Haksızlık bu, böyle anlaşmamıştık.'
'Ne derseniz deyin, çocuk benim ve almaya geldim, üzerinde kanunen hiçbir hakkınız yok. Çekilin yolumdan!..'
'Sen ne vicdansız annesin, hiç mi çocuğunu düşünmüyorsun, o buraya, bize alıştı. Nasıl bir yıkım yaşayacak farkında mısın?
'Bu sizi ilgilendirmez, ne bileyim kızıma nasıl davrandığınızı, dövüyor musunuz, sövüyor musunuz, kim bilir neler ediyorsunuz. Aklım burada kalacağına çocuğum gözümün önünde olsun.'
'Yeni mi aklına geldi analığın?'
'Sana yolumdan çekil dedim, yoksa polis çağırırım!...'

Aynen okulda yaptığım gibi Nurgül Annemin elini sıkıca tuttuğumu, ağladığımı ve gitmek istemediğimi söylediğimi zannediyorsunuz değil mi? Hayır öyle olmadı, kapının kenarından tüm konuşmaları duyan ben, annemle babam daha bir şey söylemeden küçücük valizime önemli eşyalarımı almış, kabanımı giymiş olarak dış kapının önünde beklemeye başlamıştım bile. O an güzel bir rüyadan uyandığımı farz ettim, çünkü biliyordum o kadının mutlaka bir gün çıkıp geleceğini ve beni hiç rahat bırakmayacağını. Dolayısıyla her an her saniye onun peşine takılmaya hazırdım.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mayıs 2007       Mesaj #844
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Üçlü Filtre

Bir gün bir tanıdığı büyük filozofa rastladı ve dedi ki; "Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?"
"Bir dakika bekle" diye cevap verdi Sokrat. Bana birşey söylemeden önce senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna "Üçlü Filtre Testi" deniyor.
"Üçlü Filtre?"
"Doğru," diye devam etti Sokrat. Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir.
Birinci filtre: "Gerçek Filtresi"
"Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?"
"Hayır," dedi adam "Aslında bunu sadece duydum ve ...
"Tamam," dedi Sokrat
"Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim,"
"İyilik Filtresini"
"Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi birşey mi?"
"Hayır, tam tersi ..."
"Öyleyse," diye devam etti Sokrat,
"Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı."
"İşe yararlılık filtresi"
"Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?"
"Hayır, gerçekten değil."
"İyi," diye tamamladı Sokrat,
"Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar, faydalı değilse bana niye söyleyesin ki?"
Bu, Sokrat'ın iyi bir filozof olmasının ve büyük itibar, saygı görmesinin sebebiydi.
Yakın ve sevgili herhangi bir arkadaşınız hakkında başıboş konuşmalar duyduğunuz her sefer bu üç filtre testini kullanmanız sizlere hararetle tavsiye edilir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mayıs 2007       Mesaj #845
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KÜSKÜN DESTANCIK


Hasan,
Küskün Hasan,
Ali’den olma, Fatma’dan doğma,
Vefasızlıktan ölme…
Saçlarına iyi bakan,
Sakallarını taramadan sokağa çıkmayan,
Arabasını sırtından eksik etmeden
yürüyen
yürüyen
yürüyen…
İnsanların küstürdüğüne bakıp hayata küsmeyen,
Sakalını saçına yoldaş edip uzatan…
Küskün Hasan,
Köpekleri ve çöpleri dışında her şeye küsen,
Küskün…
Her gece çıkar tiksinilen fakirliğinden,
İki köpeği bağlar arabasına,
Yürür, denize eşit gider yolu.
Sahilden kaybolur bazen, sırtını verip tırmanır yokuşu,

Hafif bir yel eserse kıpırdanır saçları, uçuşur.
Döner gülümser ara sıra köpeklerine,
Sıcaklığını yeniden bulur,
Saçını sakalına yoldaş edip uzatır.
Arkasına nice yoldaşı takılır,
Eski İstanbul’un tenhalığını bulur gecenin boş sokaklarında.
Ampulünü gevşetmiştir dünyanın,

Tek harfine gözünü kaydırmadan,
Çin seddine hayran olmayan,


Bir köpeklerine bir de çöpüne bakar Hasan.
Saçını sakalına rüzgâr edip uzatır.
Gazeteleri eşeleyip atar kenara,


Bombalardan bihaber Hasan
Ki yıllar önce tövbe etti.
Etliyi sütlüyü bırakıp çöplüğü seçti.
Dünyanın çöpünü toplayan Hasan,
Bir gece daha çıktı temizliğe,
Çöpten çıkaracağı ekmeğine…
Simi dökülmüş aynasında taradı saçını sakalını,
“İpek gibi” dedi içinden,
Annesinin saçlarını düşündü,
Baktı köpeklerine, ışıldayan gözleriyle,

Vurdu arabasını sırtına.
Kirden rengi değişen çuhasıyla,
Bazen kollarının altına sokulan,
Bazen elleriyle kavradığı,
İki tekerleği ve iki tutamacıyla,
İki tutamacına bağlı yoldaşlarıyla
Koyuldu bomboş yollara…
Yeşil parkasının bir cebinde delikli nüfus cüzdanı,
Birinde yoldaşlarına vereceği ödül fındıklarıyla yola düştü Hasan.
Tövbeli bir geceye koyuldu,

Saçı sakalı rüzgârı koklayan Hasan,
Eğilip yelelerine sarıldı Boz’un,
Sarıldı,
yıllardır sarmalanmayan,
koklamayan,
koklatmayan Hasan.
Huysuzluğu üstünde nice geceleri geçirmişti,
Karşılıksız sevgilerine rağmen tak etmişti canına,
Yeleleri yetmemişti, sarıldığı tüylü boyunlar yetmemişti.
Dünyanın güneşiyle birlikte görüp, terk etmeyi düşlemişti.
Her yeter artık düşünde burundan gelen derin bir ağlamayla mühürledi göğsünü,
Saçma deliklerine baktı göğsünün etrafında…
“Tövbe” dedi bir daha.
Ellerinin üstünde Boz’a baktı,
Mağrur’a hiç dayanamazdı.
Ha gayretle bir daha daldı çöplerinin içine.


O gecenin bir huysuzluğu vardı,
Saçları sakallarından ayrılmadan yürüdü.
Kara duvarlı kara binanın telefonu zangırdamıştı.

İhbar gelmişti,
Villalar rahatsız olmuştu,
Saygın konuklara rezil olunmuştu,
Götü kaymaklı misafirler rahatsız olmuştu,
Köpek havlamaları kulaklarını cırmalamıştı.
Hasan habersiz çöpleri eşeledi yine.

Boz’a bir huysuzluk düşmüştü,
Hayırsız bir çekiştirme almıştı inatçı boynuna,
Boyun kasları gerdikçe zinciri çöp arabasına yapışıyordu Hasan.
Bıraktı çöpleri, eğildi kulağına arkadaşının…
“yavaş ol” diye fısıldadı insanlarla konuşmayan Hasan.

Işıkları fark ettiyse de kondurmadı kendi küskünlüğüne.
Küsmek de suç değildi ya,
“İnsanların hepsine küsmek suç değil ki” dedi içinden.
Dibinde bitti devriye,
Anladı Hasan gecenin huysuzluğunu,
Çember olmuştu peşindeki arkadaşları,
Yapıştı iki tekerlekli çöp arabasına.


Şikâyet vardı, dünya huysuzdu.
Bütün dünya şikâyetçi sayılabilirdi Hasan’dan.
Dünyanın parasını döndürenler dünya adına şikâyetçiydi.
Celebin aklında bu vardı,
Soğuk havaya çıkıp deli peşine düşmüştü.
Evinde sıcak yatağında olmak varken,
Çöpçü kovalanıyordu üç otuz paraya.
Hasan küslüğüne sadık ağzını açmadı,
Yıllar sonra en yakınlaşan insana bile açmayacaktı ağzını.
Gecenin de celeplerin de sabrı yoktu.

Celepler kaldırdı sopalarını,
İndirmeleriyle yığıldı Hasan,
Bırakmadı arabasını.
Çemberi daraltanlar önce irkildiler,
Sonra çekildiler.
Hasan yedikçe tekmeyi,
Saldırmaya çalıştı Boz,
Mağrur atıldı ileriye.
“vurmayın” diye bağırabildi Hasan.

Saçından kavrayınca celep, yuttu soluğunu.

Hasan bırakmadıkça arabasını
celepler paralıyordu yoldaşlarını.

Yüreğinin mührü akmaya başladı içine.
Delik deşik oldu göğsü,
Her kalkışında sopanın,
Anladı bir kez daha.
Tövbe etmekte,
Ampulünü gevşetmekte,
Hiçbiriyle konuşmamakta,

Rahat bırakmayacaktı Hasan’ı.
Kurtarmayacaktı Hasan’ı yerde sürüklenmekten.
Saman yığınları devriliyordu sanki üstüne.
Her yığın katmerliyordu çığlık çığlığa yüreğini.
Bağırmamak için ağlayan gözlerini.
“Anne kurtarsana beni” diye geçirdi içinden.
Bir melek olmadın mı ölünce,
Sen daha güçlü değil misin?

Görünmez değil misin?
Kurtar Boz’umu, Mağrur’umu…
Vadiler üstüne kapanıyordu Hasan’ın.
Kömür olacak asırlar sonra bedeni.
Celepler kaldırıyordu sopalarını,
İndirdikçe ellerini,


Hasan anlıyordu Boz’un canının yanışını.
Boz’un ağzından gelen kana baktıkça yerden kaldırdığı başıyla,
Dağlandı yüreği,
Göğsünün mührü içeriye damlıyordu.
Derinden ağlamaları duyuldu Mağrur’la, Boz’un.

Şikâyet vardı,
İnsanlara küsüp, köpeklerle barışmıştı Hasan.
Kimlik numarası almamıştı,
Asgari ücrete kaydını yaptırmamıştı,
Herkese “ne işin var ulan” diye sorulduğu saatte çalışmaya çıkıyordu,
Deliydi Hasan,
Sabah yedi’de işe kalkmıyordu,
Çoluk çocuğun rızkı derdi olmuyordu,
Karısı olmuyordu,
Evinin tuzu biberi hiç gelmiyordu,
Hırlı mısın Hasan?
“Bırak ulan arabayı” diye kükredi bir celep.
Patronlar bunca parayı,
Seni dinlemek için mi verdiler bu evlere Hasan.
Köpeklerini dinlemek için mi verdiler,
Çöplerini karıştırasın diye mi verdiler?

Daha dağlanmasın diye yüreği,
Bıraktı arabasını…
Gece yavaş yavaş kapanıyordu,
Saçlarından kaldırıp bindirdiler otomobile.
Açmadığı ağzından “Boz” kelimesi düştü.
Kükredi celep,
“sıçtırtma ulan Boz’una”.

Düştü başı önüne, yolunan saçlarının dipleri sızladı.
Dolmasın diye gözleri, ısırdı dudaklarını,
Denize çevirdi başını.
Karanlık,
Bu gece karanlık,
Hasan’ın yüreğinin son parçası kırık,
Saçları darmadağınık,


Annesi ziyaretine gelmemiş yatılı bir çocuk…

Arabası, arkadaşları sersefil bağlı kaldılar.
Konuklar rahat,
Kahkahalar,
Viskiler,
Deniz manzaraları siteler,
Ne güzel İstanbullar kaldı yedi tepeli şehirde…


Hasan kımıldamadı yol boyunca,
Mecburi bir yolcuydu kanadıkça…
Ağlamadı,
“Vurma” demedi…
El aman etmedi,
Gece kapandı yüzüne,

Nezaretin kapısıyla birlikte…
Saçı sakalı ipek gibi avuçlarına döküldü Hasan’ın…
Küskünlüğünü bozmadan dinledi küfrü kelemanı…

Dönmeyen diline değdirmedi tozlu gözyaşını.
Kıvrıldı bir kenara,
Devamlı ıslatılan yerlere kıvrılamadı,
Dört duvar bir de yerden vurdu soğuk…
Büktü boynunu, baktı yere…
Bekledi çeyrek asır sonra nezaret hanenin penceresinden
ışığını göreceği dünyayı…
İçeriden tok bir ses geldi,
“akıllandıysa bırakın deliyi”

Volkan İpek

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mayıs 2007       Mesaj #846
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bildik "düş"ler


İnsanları seyrediyorum…. Olanca kalabalığın tam ortasında …. Yapayalnız… Kendimizce bilinmedik, henüz tahayyül edilememiş belki hiç gerçekleşmeyecek düşlerin tam ortasında. Sarı, siyah, mavi, odaları var yüreklerinde yüzlerin, kimi turuncu öfkelere gebe, kimi yalım ateşte örselenmiş, kimi canlı bedenlerin cansız hayallerine kilitlenmiş ve daha niceleri. Gün ortasında olanca hızıyla dönerken dünya zamanın ilerlemesinde az da olsa sakinlik. Hissedebildiğimiz kadarız zamanın satır aralarına sıkıştırılmış yaşamları paylaşırken, kendi yaşamlarımızı kaç kere hatırlarız, kaç kere ortak paylaşım yaşamların birlikteliklerinde ortak paydayı hatırlarız. Asgari müşterekler- ekseri müşterekler- menfi kazançlar derken hangisini daha çok arzulamışız da sorduklarında “aslında” diye başlayan cümlelerin birer savunma kalkanı olduğu hissini yüreklice bir çıkış yaparak “evet” diyebiliriz. Biziz, olduğumuz kadar biriz, inanıyoruz. Sermayemiz düşüncelerimiz, inançlarımız bir o kadar da hoyratız bahşedilmiş bedenlerde edinimlerin kullanımlarında, bazense benciliz kendimizden bile sakladığımız gülüşlerimizde.

- “Kim diyelim beyefendi”
Diye soruşundaki sekreter hanımın mini eteklerinden gözlerimizi ayırdıktan sonra mavi gözlerine bildik o bakışlarla gülümseyerek….

- “ ……… fabrikanın sabihi Nejdet bey” dedikten sonra masadaki telefona sarılan sarışının masaya eğilmesindeki dekolte ofsaytı asla kaçırmayan hakem endamında seyrederek kendi düşlerimizle masturbasyon halinde iken dahi , neyin tutsağındayız.
Öze döndük… Kim olduğumuzu başkalarından öğrenmeyi bıraktığımızda, Tanımak kendimizi , içe dönük basit bir hesaplaşmada başkalarından öğrendiğimiz “ben” ‘i “hayır” bu değilim aslındaların arasında.

Hayat olanca hızıyla devam ediyor. Dur durak bilmeyen döngü asla yorulmayan bir dönüş. Hiç bitmeyen istek ve arzular. Her an özleriz, histeri geceleri aratmayan anlık tutkular. Ben de varım... Nefes alabiliyorsam yaşıyorum? Nefes almak için yaşamak? Sahi kimiz?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mayıs 2007       Mesaj #847
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Fısıltıyla Arala Gönlümün Yorganını




Kollarında şafak sökecekse, en deli nehirler gibi akarım sana
Yakamoz ışıltılı bir geceden deniz çiçekleri toplarım şarkılarla
Sana hiç söylenmemiş şiirlerle şölenler kurarım kral sofralarıyla
Ateşlere yastık sererek pınar dökülüşleriyle uzan aşk yatağıma…

Yine içimin kapılarını açarak sana koşuyorum. Biriktirdiğim en güzel sözlerle kollarına atılıyorum. Bana yeniden evliyalar şehrini gezdiriyorsun. Kamaşıyor gözlerim seninle oldukça. Kıyıda unutulmuş eski bir kayıkça dudaklarının ıslaklığına muhtacım. Kürekleri kırık gönlüme doluyorsun nehirler gibi. Uykusuzluğuma günaydınlarla doluyorsun ve ben o yerde gözyaşlarını topluyorum aşkımızın kutsal hasadı gibi, sevgiyle ve yüreğindeki vefayla.
Neresinden bakarsam bakayım, önce gözlerin damlıyor yürek çatıma. Sularını biriktiriyorum denizlere yöneltmek için. Bir gökkuşağıyla içime dolanıyorsun. Soluğunla ısınıyor, ellerinin şefkatiyle huzurun kanatlarına tutunuyorum. Sen bütün bunlardan habersiz koca bir şehri geçiyorsun yorgun adımlarınla. Geceme sessiz çarşaflar seriyorsun kadın duygularınla.
Aşkın en bildik sahnesinden öpücükler kondurdum sen uyurken gece saçlarına. Birikip bulutça ülkene yağdım özleminin dayanılmazlığıyla. Usulca yatağına sokularak kulağına fısıldadım aşkla. Ellerini kokladım, gül nefesinden yaşamak türküleri dinledim. Sen uyuyordun, ama ben yanında bir kez bile gözümü kırpmadım.
Yarınları sakladığın tahta sandıklarda özlemin mendiline sürme göz yaşlarını yokluğumda. Ben sana şiirler biriktiriyorum seninle yürüdüğüm bu aşk yolculuğunda. Damarlarımdaki sürgünler ülkene yürüyor seni sevdikçe. Kulak ver dinle beni her özlediğinde. Suskun coğrafyamın bütün iklimleri seni gösteriyor sevdiğim, çünkü yaşanacak bir ömür var seninle.
Düşlerinin dallarına astığın şiirlerimi topla da öyle gir yatağına. Bir fısıltıyla arala gönlümün yorganını. Terli gecelere soyun ayak ucumda. Zulandaki öpüşlerle, öldürücü gülüşlerle inlet odamı. Mum aksın, göğsünde şafak söksün. Aynı sarılışlarla günler çalalım ekmeğimize, aynı coşkuyla karıştıralım sevda çayımızı birlikte. Adımlarımıza yapışan geçmişin tozunu silkeleyelim gülüm yıllarca.
Bütün bölüşülmüş sancılarında hayatın, aslında yalın bir mutluluk vardır. Durmaksızın işleyen bir saatin dişlileri bile sevdalıdır zembereğe. Kırık gün batımlarında hüzün sürdüğümüz ekmeği dişlerken biz, aynı gün doğumlarıyla uyanırız dişlileri çürük bu yaşama. Yüreğimizdeki sancılı boranlar kesilince umutla yakarız isli fenerleri. Yaşamak türküsüdür dilimizdeki, mağrur bir edayla mırıldandığımız.
Kollarında şafak sökecekse, en deli nehirler gibi akarım sana. Yakamoz ışıltılı bir geceden deniz çiçekleri toplarım şarkılarla. Sana hiç söylenmemiş şiirlerle şölenler kurarım kral sofralarıyla. Ateşlere yastık sererek pınar dökülüşleriyle uzan aşk yatağıma. Karelerle çevrili o sarayda sesimi düşle, alevini ruhuma vererek. Değişimin simleri yansısın yüreğinde gülüm, sessizliğime gülümse güllerce kokunu savurarak. Endamının çelik halatlarıyla güçlendirilmiş bir gemide el salla gecelerime kükreyerek. El senin, kürek geminin, sevda ikimizin olsun. Şimdi koy yastığa başını, düşün yüreğimizin kutsal aşkını, ver yüreğini en doyumsuz rüyalara.
Gün dökülünce yaşam kadehine, mey olur, içilir aşk, söylenir şarkı, dilde sevgi tableti olur. Ağrısında hüzünlendiğimiz, sızısında düşünüşlere durduğumuz yonca bahçeleri yeşerince bahar gönlümüzde koyu olur. Sevda gül dudaklım, sustukça mağrur bir edayla yüreklerimize sokulur. Biliriz ki, suyla yıkanır her gün düşler, biz yüzümüzdeki ağrıları ovuştururken. Bir halay titreyişiyle mendil sallarız sevgiliye, özlem sardığımız kâğıtlarda sözlerimiz vardır. Yoksul cakalarla onurumuzu yazarız gecenin kalp atışına inatla.
Soluk benizli yorgun gemiler getiriyor rüzgârın. Mavi kirpiklerine unutulmaz sevinçler yüklemiştim yanımdayken. Savrulan saçlarında hüznümü sorgular, kaçamak bakışlarında yüreğime gıpta ederdim. Toprak önümüzde tavlanır, derinliğini hesaplayamadığımız iklimlerde yaşanmamışlıklarımızı sorgulardık. Vakitsiz buluşmaların sararmış yüzlerini birlikte okşar, bizi aldatmayan bütün sözcükleri gecelerimize sererdik.
Her yanlış anlatıdan sonunda yine kendimize dönerdik, yaşamı yeniden kucaklamak için. Öfkemiz köpürdükçe yüreğimizi dinler, dökülen çiçeklerimizin yapraklarından yeni sevinçler yaratırdık. Yüreğimizdeki imbiklere sevgisizliği yükleyerek parmaklarımızdaki çizgilere dalardık. Utangaçtı bakışlarımız, aldatıcı düşlere aldırmaz, kendimizden başka hiçbir yurtta barınmazdık. Göçebe bir zemheriydi tutkunluğumuz, duyarsız yakıştırmalardan sıkılırdık.
Yüreğimizdeki ekşimiş mayalarla ilmek ilmek sevda dokur, ruhumuzdaki alevlere her gece döşek sererdik, biz yalnızlığın atardamarına dolandıkça. Kısık alevlerde dilimizin duldasına kemirgen öpüşler yükler, ucuz yalanların söylendiği gecelerin ardına gizlenmezdik. Şafak habersiz doğardı üzerimize, akrep ve yelkovana hiç aldırmaz, kötürüm ayrılıkların şehirlerini hiç konuşmazdık.
Hoyrat vedaların saatleri çalardı yine de, yüreğimizi sonuçsuzluk incittikçe. Örslerde dövdüğümüz demirler soğur, gerçeğin katranıyla yüzümüzü boyardık. Gönül yapılarımızın harcını bahçemizde kurumaya terk eder, defalarca gelip geçtiğimiz aşkın saraylarında kendimizi kaybederdik. Hüzün dolardı odamızdan içeri, sırlarımız sağanaklara tutulur, moraran gözlerimizle umut şiirleri yazardık.
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
4 Mayıs 2007       Mesaj #848
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Eski Sisam krallarından Ancee adında bir
zalim, yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş.
İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç
dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, birgün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala:
- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın
üzümlerinden yapılacak şarabı hiçbir zaman
içemeyeceksiniz ki!deyivermiş.
Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış.
Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de
dâhil herkesin hemen
toplanmasını emretmiş. Bir müddet sonra da
o bağın üzümlerinden
yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini
emretmiş.
Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de
huzuruna çağırtmış. Şarap bardağını eline alarak:
- Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiçbir
zaman içemeyeceğimi
tekrar iddia edebilir misin? diye sormuş.
Köle şöyle cevap vermiş:
- Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi
söyleyemem.Çünkü dudak ile
bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza
neler gelebileceğini de bilemem!
Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın
adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye
girdiğini ve asmaları kırıp
döktüğünü söylemiş. Kral elindeki
bardaktan bir damla dahi içmeden
hemen dışarı fırlamış. Bahçede domuzun
bulunduğu yere koşmuş. Kral
ve domuz arasında öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda
yaban domuzu mızrak gibi azı
dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp
ölümüne sebep olmuş.
Kral bostanda, bardak masada kalmış...
Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade
ediyor:
"Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den, Nasip
değil ise ne gelir elden?"
Kalbinize yakın bulduklarınızı çantada
keklik sanmayın.
Sıkıca asılın onlara tıpkı hayata asıldığınız
gibi... Çünkü onlarsız hayat da anlamsızdır..
Hayatı çok hızlı koşmayın, nereden
geldiğinizi ve nereye gittiğinizi unutmayın. Hayatın bir yarış
değil, her saniyesinin tadı çıkarılması gereken güzel bir
yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın.
Dün tarih oldu... Yarın bir sır... Bugünün
kıymetini bilin...


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mayıs 2007       Mesaj #849
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Mahkeme

Artık yapayalnızdı.

Hayatı küçülmüş anılara dönüşmüş kafatasının içine hapsolmuştu. O kendince muhakeme mahkemesini kurmuş kendini suçlu, hâkim, avukat, savcı yapmış sallanan sandalyesinde yaşamının hesabını görüyordu.

Zaman zaman sinirleniyor dişlerini sıkıyor, sandalyesinde deli gibi bir ileri bir geri sallanıyor, zaman zaman bıyık altından haklılığının onaylandığı muhakeme mahkemesinde kazandığı zaferler için gülüyordu. Hayati boyunca asabi mizaçlı biriydi. Bu sebeple ilerlemiş yaşına rağmen hiç dostu yoktu. Sudan sebeplerle kim bilir kaç kalp kırmıştı. Kırılamayan bir tek kalp kalmıştı geriye, hayatından arta kalan. O da kendi kalbiydi.

O kadar duygusuzlaşmıştı ki adeta taştan bir kalp göğsünün ortasında belli belirsiz atıyordu. Yüzünde birçok yaşlının yüzünde olan tatlı bir tebessüm ve atmış oldukları kahkahaların mutluluk çizgileri yerine ömrü hayatı boyunca sebepli sebepsiz yere astığı suratının acuze çizgileri vardı. Her şey etrafından birer birer yok olmuştu. Dostları, eşi, çocukları.

Bu yok oluşların tek suçlusu vardı o da kendisi. Herkesten kaçmayı basarmış bir kendinden kaçamamıştı. Kendi tek başınaydı ama kafasının içi bir dünyaydı. Fırtınalar, kopuyor, şimşekler çakıyor, savaşlar oluyor, kafatası çatlayacak bir hale bürünüyordu. Var olmasının tek sebebi vardı o da bencilliği.

Bu neyin kini neyin isyanıydı?
Dostluklara tutunamamanın acı bir sonucu mu?
Yoksa kendine yaşamı zehir etmenin iç hesaplaşması mı?
Her ne halt olursa olsun yapılmış, yıkılmış, yakılmış kırılmış bir şeyler vardı anılarının satır aralarında. Kırılanları onarmak için bir omur gerekli idi, yanlışları ve nerede yapıldıklarını tespit edip düzeltmek pişmanlıklarından sıyrılmak için tek lazım olan şey bir ömürdü. Ama tek bir ömür vardı elinde o da yaşanmış son demlerine yaklaşmıştı.

Bu karmaşık duygular çözümlenemeyen hesaplaşmalar geriye kalan ömrünün son kırıntılarını da silip süpürüyordu.

Birden kaskatı kesildi,
Taştan kalbi durdu,
Mahkeme bitti…
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
4 Mayıs 2007       Mesaj #850
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
İhtiyar adam tapu dairesinden çıkarken sevinçliydi. Kendi
kendine düşünüyordu; "-Oh. . be ferahladım. Ölümlü dünya".

Oturduğu evin tapusunu, çocuğunun üstüne kaydettirmişti. Tapu
dairesinde çıktıktan sonra bir küçük lokantada öğle yemeğini yedi,
vakit geçirmek için parkları dolaştı. Bir parkta Cem Karaca'nın
şarkısı çalınıyordu; "Allah Yar! Allah Yar!".

Akşama doğru eve gitmek için yola çıktı. Bir yandan düşünceler içindeydi;

-Biz öldükten sonra bir sürü işlemle uğraşması gerek. Ne
diye eziyet çeksin yavrum.

Oğlunun kendisini nerdeyse zorla doktora götürüşü aklına
geldi; "-Kerata amma ısrar etmişti. Sağlığıma verdiği önem kadar,
ziyarete gelmeye de önem verse ya. "

Bir an dalgınlaştı; "-Gerçi, gelin bizle geçinmeye çalışmıyor ama..."
derin bir nefes aldı "-Boş ver canım, ne de olsa torunlarımın annesi.
Eşine, çocuklarına iyi baksın da..." biraz da kendini teselli etmek
için söylendi ...biz bu gün varız, yarın yoğuz. "

Evine yaklaşınca yine durgunlaştı, "-Bakalım hanım ne
diyecek? Gelin gelip-gitmiyor diye biraz kırgın ama.... " Düşünceler
içinde zili çalarken, güleryüzlü olmaya çalıştı; "-Yook, iyi oldu
canım. Biz ölünce oğlan rahat edecek, kötü mü?"

Hanımı kapıyı açtı. Gülümsemesini bozmamaya çalışarak hanımına;

-Nasılsın hanım bu gün bakalım?

Hanımı elindeki çiçek suladığı kabı gösterdi;

-Ne yapayım, bir iki çiçekle uğraşıyorum yeşillik olsun diye.

Eve girerken devam etti;

-İnsan şehirde özlüyor çiçeği, yeşilliği.

-Eee. . köy gibi olmaz buralar tabii.

Kadının durgun yüzünde acı bir tebessüm dolaştı;

-Köy gibi olmaz dimi? Şimdi köyde olsak ne güzel olurdu.

İhtiyar adam bir an yüzüne baktı hanımının;

-Sen köyü pek sevmezdin! Geçen sene bir ay kalalım demiştim de "-Ben
torunları özlerim. " Diye tutturmuştun.

Kadın, yüzünü çiçeklere doğru döndü;

-Ne bileyim ben, düşündükçe bunalır oldum buralarda. İnsan
çocukluğunun geçtiği yerleri özlüyor. Ağaçların altında, bahçelerde
yürümeyi özlüyor.

-Allah Allah ! Tamam hanım gideriz. Sen iste yeter ki. Hele havalar
ısınsın biraz gideriz

-Havalar kim bilir ne zaman ısınır. Beklemek şart mı?

-Yahu hanım, bunca yıllık eşimsin hala seni tam anladım diyemiyorum.
Bir gün köye gitmem diye tutturuyorsun, bir gün de hemen gidelim diye.
Dur da bu gün ne oldu anlatayım.

Kadın endişeyle baktı kocasına;

-Noldu, oğlanı mı gördün?

-Yok canım, nerden göreyim !

Koltuğuna oturdu, koynundaki tapu kağıdını çıkardı.

-Bu nedir biliyor musun?

-Hayırdır?

-Hanım, yarın ne olacağı belli olmaz, vademiz gelir de ölürsek,
oğlumuz kapı kapı uğraşmasın, diye evin tapusunu onun üstüne yaptım.

Hanımının tepkisini beklerken, onun yüzündeki acı gülüşü gülümseme
sandı. Hanımı fısıldar gibi söylendi;

-Oğlumuz da bu gün buraya gelmişti, öğleden önce.

-Öylemi, vay hayırsız. Demedin mi, 'uzun zamandır niye gelmiyon' diye.
Seni üzülmesin diye söylemiyordum ama 'bizi unuttu', diye kızmaya
başlamıştım. Torunları da getirdi mi?

-Murat'ı getirmiş. O da "-Sıkıldım, gidelim. " Deyip durdu.

-Vay kerata vay. Akşam gelse de ben de görseydim. Neyse, hayırdır,
gündüz vakti niye gelmiş ?

Hanımı elindeki kapta suyu bitmiş olduğu halde, çiçekleri sular gibi
durarak masadaki kağıdı gösterdi;

-Şu kağıdı getirmiş.

İhtiyar adam, hanımının sesinde bir titreme hissetti ama emin olamadı.
İçindeki sevinci kaybetmemeye çalışarak masadaki kağıda uzandı.

Bir mahkeme kararı olduğunu gördü. Yaşlı kadın kızaran gözlerini
kocasının görmemesine dikkat ederek, eşinin kolundan tuttu koltuğa
oturmasını sağladı, tekrar çiçeklere doğru uzaklaştı.

İhtiyar adam, yakın gözlüğünü çıkardı ve içinden yavaş yavaş okudu. "
Yaşı ilerlediği ve aklı muhakemesi yerinde olmadığına ve ekonomik
varlığını idare ve idame edemeyeceği, ekteki doktor raporuyla da
tespit edildiğinden, taşınır ve taşınmaz varlıklarının, resmi varisi
oğlu Süleyman tarafından idaresine karar verilmiştir. "

Resmi kağıt, yaşlı adamın elinden yavaşça yere kaydı. Başını yere
eğdi, kağıda boş boş bakmaya başladı. Hanımı, gözlerini sildikten
sonra çiçeklerin başından ayrılıp yanına geldi. Eşinin titreyen
ellerini tuttu. İhtiyar adam, oğlunun neden kendini doktora
götürdüğünü anlamıştı. Yüreğindeki sızıyı bastırmaya çalışarak;

-Üç senedir uğramadık, köydeki ev ne haldedir?

-Canım ne olacak, bir gün de temizlerim ben.

-O evde, dizlerin üşürdü senin.



İhtiyar kadın, daralan göğsünü hafifçe bastırdı, "Yüreğimin üşümesi
daha kötü diye düşündü".

-Merak etme, üşümem...üşümem...

-Yarın mı gidelim diyordun?

-Sen bilirsin bey.

-Eşyaları bir taksiye atarsak, Son otobüse yetişiriz.

-Olur. . Köyde zaten iyi kötü eşya var, ben hemen hazırlanırım.

-Hazırlan. Şu kağıdı da tapuyla beraber masaya koyuver, oğlan gelince aramasın.

İhtiyar adam, içinden düşünüyordu, "-Dünya fani, Allah Yar"



İhtiyar kadın, birileri gelmeden gitmek ister gibi telaşla
hazırlanıyordu. Giysileri bir çantaya tıkıştırdı. Fotoğrafları
duvardan toplarken oğlununkine bir an baktı, aldı, bir an düşünüp
çantaya koymaktan vazgeçti. Masadaki kağıtların üstüne ters olarak
bıraktı. En son duvardaki bir küçük patiği aldı, öptü. Bu büyük
torununa ördüğü ama küçük gelmeye başlayınca hatıra olarak sakladığı
mavi patiklerdi. Çantaya, fotoğrafların üstüne yerleştirirken, mavi
patiklerin üstüne düşen göz yaşlarını yavaşça sildi.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat