Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 82

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.567 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Nisan 2007       Mesaj #811
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
IsIk

Sponsorlu Bağlantılar
Uzaklarda küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurdu bu, iki caddenin köşesinde bir perakendeciydi Adam dürüst ve dost canlısıydı,insanlar onu seviyorlardı. Ondan alış veriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlardı.Adam kısa süre içinde bir dükkandan , Amerikanın bir ucundan diğerine uzanan bir zincir yarattı.
Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırıldı.Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlardı..
Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi: içinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek. Hanginizin bunu haketiğine karar vermek için,her birinize birer dolar vereceğim
Şimdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız,ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızıla aldığınız şey hastane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı.; Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar. Üçü de şehre gidip parasını harcadı.
Akşam geri döndüklerinde babaları sordu:
"Birinci, çocuğum ,bir dolarla ne yaptın ?"
Çocuk cevap verdi "Arkadaşımın çiftliğine gittim,bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım.Sonra odadan dışarı çıktı ,saman balyalarını getirdi ,açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla dolmuştu.
Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramadı.
Adam sordu: "Peki ikinci çocuğum ,sen paranla ne yaptın?."
Yorgancıya gittim .İki tane yastık aldım ." Bunu söyleyen çocuk ,yastıkları içeri getirdi ,açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı.
"Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın?." diye sordu adam .
Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim.Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim .Dolarımın 90 centini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım.Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım."
Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı. Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu.Oda samanla veya tüyle değil,bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu.
Baba memnundu "Çok iyi oğlum .Bu şirketin başına sen geçeceksin,çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi , ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel .

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
30 Nisan 2007       Mesaj #812
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Çok sevdim ... Tertemiz sevdim...
Adımın anlamına mıhladım yüreğimi, adına astım!
Sponsorlu Bağlantılar
Çok sevdim. Adamakıllı bekledim beklemekse.
Sabretmekse, insana yakışmazdı benim sabrım!
Canım yandı, "ne tatlı" dedim "verdiği acı"...
Doyulmaz hazları tattırırken bana,
kendimde değildim ki tadına varayım!
Hep hak verdim.
Her zaman "yarın anlayacak" dedim. "acele etme"...

"Geliyorum" dedi, kendimi bile kovdum yanımdan yabancılık çekmesin diye.
Gelmedi!... Kovduğum ben de gelmedi geri...

"Seviyorum" dedi nefessiz kaldım.
Dünyanın bütün dillerinde duydum dediğini,
dünyanın bütün dillerinde gıkım çıkmadı.
Kalakaldım, en yerinde duramayan durağanlığı tattım. Sonra sustu...
Haftalarca duyamadım bir hecesini. Aramadı, sormadı...
Aradım, sordum... Cevabı "sus"tu, duydum... !

Zaman geçti, dedi ki "içim seni çekti,
Tanrı boşa geçen zamanlar için gözyaşı döküyor, yüreğim seni seçti!
" Sarsıldım, "sonunda" dedim! "Bak sabretmeye değdi... "

Uyudum O'nunla, koynumda uyandı! O vakit ilk defa huzuru duyandı...
Gözlerinden okudum mutluluğunu, sözlerimle dokudum yüreğine.
Seviyordu beni!
Aylar sonra gelen itirafları duyarken bir bir,
Tanrı'ya dua ediyordum ayrı geçen zamanlar için!
Aylar geçmese kıymetimizi böyle anlayabilecek miydik?
Bu denli acıkabilecek miydik bize?
Ben ayrı geçen zamanları ipe dize dize ve ağlayarak
yalnızlığımın anne şefkati kokan sırça salıncaklarında,
meğer apaçıklığın en can alıcı rengini sürmüşüm,
adına özlem denen o gize!

Her dokunuşum bir ilkti O'na... Her öpüşüm tanımıydı titreyişin!
Boyut değiştirip tadına varıyorduk, hiç ama hiç bitmeyişin...
Tanrı mucizelerini bir rutine çevirmişti artık.

Şaşkınlığımızı gizleyemiyorduk.
Nasıl da hızla gelişiyordu herşey, soluklanıp da izleyemiyorduk.
Her taş yerine oturmaya başlamıştı hayatımızın ıstakasında. Acelemiz yoktu...
Nasılsa kader atacaktı istediğimiz taşı. Okeye dönüyorduk...
Ama ayrılık bizden önce davrandı
ve tam da oyunun en heyecanlı yerinde okeyi yüreğime çaktı...
Ve Tekrar gitti..
VeTekrar Sustu..

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Nisan 2007       Mesaj #813
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Güneş kendini doğudan gösterdiğinden beri sokaktayım. Çalmadığım kapı kalmadı. Bütün sorularıma herkesin önceden hazırlanmış cevapları vardı sanki. Yüzüme bakıyorlar ve bana uygun olanı söylüyorlarmış gibi geldi. Sonra anladım ki herkes aynı şeyi söylüyordu. Söyleyecek bir şeyleri yoktu. Sessizlikti tüm kelimeleri.
Çok yoruldum; hayatın içinde yoğruldum. Kurudum, katılaştım, kavruldum… Bir bank bulsam yada bir şadırvan hemen atacağım kendimi tüm sorularımla altına. Bir söğüt, ne güzel tamamlardı eksikliklerini hayatımın şimdi. Havada oldukça sıkıcı. Havayı bu kadar sıkıcı kılan, aradığımı bulamamış olmamın verdiği melal olsa gerek. İkisi birleşince yorgunluğum iki katına çıktı. İki, hasret ve hayal…
Köşede bir cami var, orada soluklanabilirim. Dünyaya ait olanlardan arınıp, kuruluğumu, katılığımı, kavrulmuşluğumu dindirebilirim. Güneş tam tepemden batıya doğru hafifçe eğildi. Tam zamanı, zamanın tevafuk vakti. Abdest alıp namazımı da eda ederim. Şükür ki dua edebileceğim bir rabbim var.
Caminin avlusundan içeride kimse görünmüyor. Ezanlar da yeni okunmuş olmasına rağmen bu yalnızlık ne kadar derin.. Hayırdır, diyerek giriyorum bahçeye. Uzun zamandır temizlenmediği belli oluyor. Her yer toz toprak içerisinde, gazeller her yanı kaplamış. Kırık dallar, ot çöp birbirine girmiş. Ama bu dağınıklık bile kendi içinde bir düzen kurmuş.
Caminin küçük giriş kapısının üzerinde de büyükçe bir asma kilit sallanıyor. Kilidin idamı, üzerindeki küf, bu kapının da uzun zamandır açılmadığını belgeliyor. Oysa bahçe çok sıcak ve cana yakın geliyor, insanı sarıp sarmalıyor. Buraya geleni bırakmayacak içine alacak sanki. Alacak ve verdikleriyle yenileyecek…
Yan tarafa doğru adımlıyorum. Şadırvan, olukları ve tahta oturakları yosun tutmuş. Musluğa elimi uzatırken içimden dua ediyorum suyun akması için. Kurnayı çeviriyorum ve su akmaya başlıyor. Şükür, diyorum. Güzellik bu işte, ihtiyacın olduğunda onun yanında olduğunu bilmek.
Kollarımı sıvazlayıp, ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıyorum. Besmele ile başlayıp alıyorum abdestimi. Üzerime bir rahatlama çöküyor, çöküntülerin en güzeli kaplıyor bedenimi. Sabahtan beri çektiğim tüm yorgunluk bir anda kanatlanıp uzak diyarlara doğru yol alıyor.
Bunaltıcı hava dağılmaya, kuşlar uzak diyarlara olan yolculuklarının sonuna yaklaşırken, yağmur damlacıklarını hissediyorum birden üzerimde. Yağmur şiddetlenmeden altına sığınabileceğim bir yer bulmak ümidiyle etrafıma göz gezdiriyorum. Dünyanın en güzel hüznüdür yağmuru bir cam ardından seyretmek. Ayağa kalkmamla birlikte gök yarılıveriyor. Olduğum yerde kala kalıyorum. Her yanımı sarıyor yağmur, kucaklaşıyoruz. Ben bağımdan kopalı yıllar olmuşken o daha yeni gelmiş olmanın samimiyeti ile sarılıyor, sarılıyor, sarılıyor… Yağmur birkaç dakikalık şiddetinden, muhabbetinden, aşkından sonra diniyor. Ben sırılsıklam ıslanıyorum ıssızlığımda. Ne güzeldir, yağmurda ıslanmak boylu boyunca.
Etrafta namaz kılacak bir yer görünmüyor. Zeminde tamamen yağmurdan nasibini almış vaziyette. Bahçenin içerisine doğru ilerliyorum, buradaki toprak yağmuru çoktan içine çekmiş ve o dünya üzerinde bir eşi daha bulunmayan kokuyu dışarı salmıştı. Orada namaza duruyorum, orada her şey duruyor, zaman, mekân ve insan… Ve akıyor gözle görünmeyen, dil ile anlatılmayan, sadece mana olarak kalıp, kalıba dökülmeyen… İlk kez bir namazda kendimi bu kadar Allah’a yakın hissediyorum. Ölü dudaklarım diriliş damlalarını tadıyor usul usul.
Usul usul dua ediyorum sonra. Gündüzü heceliyorum, yağmurla bereketleniyorum, namazla diriliyorum…
Kapıyı çekip bahçeden çıkarken içeriye şöyle bir daha bakıyorum. Allah’ın bazı güzellikleri kullarına tattırırken ne kadar cömert davrandığını hissediyorum. Bu cömertliği görecek gözün yanması gerektiğini de hissetmeden anlıyorum.
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
30 Nisan 2007       Mesaj #814
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Hava rüzgarlıydı. Parkta arka plandaki iki bayanın fularları boyunlarından firar etmek üzereydi. Fularlar özgür, kadınlar endişeli gözüküyorlardı. Onların sağ tarafında görkemli bir süs havuzu vardı. Üstündeki detaylar önemsizdi. Üzerinden fışkıran suyun ışıkla yaptığı oyunlardı önemli olan. Fotoğrafa birkaç beyaz iz olarak düşmüştü bu oyunlar. Havuzun üzerinde kanatları yarı açık uçmaya hazırlanan bir güvercin. Şu sevimsiz gri güvercinlerden. Gökyüzünün, parkların, bulvarların üniformalı, sevimsiz, sıkıcı memurları onlar. O kadar çok ve o kadar aynılar ki. Sevmiyorum onları. Ayrıca hiç de kıskanmıyorum uçabiliyorlar ve kuş beyinliler diye. Neyse bu başka bir konu. Nerde kaldım? Ha. Havuz demiştim. Ön planda koyu renkli bir bank. Bankın sağ ucuna oturmuş ve bankın sol tarafını aynı kalbi gibi özenle boş bırakmış genç bir kız, hüzünlü bir hava takınmış sol omzunun üzerinden gök yüzüne bakmakta; bir yandan da kalbini ve o bankın sol köşesini aynı anda, doldurabilecek o gencin hayalini kurmakta. Ve en ön planda kadrajın tam ortasında yakışıklı bir genç, siyah uzun paltosunu savuran rüzgara karşı direndiğini anlatan bir yüz ifadesiyle, dolması gereken bir kalpten ve yahut bank köşesinden, güvercinlerin sevimsizliğinden, havuzdaki detayların önemsizliğinden, özgürlük ruhu taşıyan fularlardan, endişeli dişi kalabalığından habersiz, o anda ordan geçerken bu fotoğrafta kocaman bir lekeye dönüşmüştür. Resim renksiz, cümleler uzundur.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Nisan 2007       Mesaj #815
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kalbini Kuşlara Veren Çocuk
‘’Tanrı kuşları sevdi, ağaçları yarattı
İnsan kuşları sevdi, kafesleri yarattı’’


Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin, küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre, güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oradaymış.

Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü, gerçek mi pek ayırt edilemezmiş. Köyün etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve bütün kötülüklerden korurmuş… En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşçe geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden çıkıp nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci verirmiş insanlara.

İşte bu yörede akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları; yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin Masal Anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz, ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.

Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşturup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir; koklayıp, okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur, uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular şıkırtısız akarmış.

Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermiş. İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış.
Bu güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece ve sadece iyilik düşünürmüş. Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış.

Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar ; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiç bir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangısını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldanmış. Deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş, kimse akıl erdirememiş.

Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş. Görünce de ağzı bir karış açık kalmış. Çünkü köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş. Deniz, uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gök gözlü güzel çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alınamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış.

Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. Çiçeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da . Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar,yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.

Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanılmaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. Ona, “ Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun. Bu günler çabuk geçer, buraya da alışırsın.” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.

Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin özgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslere ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştı ki! Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyorlardı? Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış; konuşmaz, gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla direnmiş.

Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan Ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında , yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “ Konuş Deniz’im , yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş.
Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş. Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış.
Köyünde iken her akşam yatmadan önce ninesi, Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş. Günler sel gibi, haftalar yel gibi geçip gitmiş.

Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye gitse özlemini de oraya götürmüş. Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşmiş.Ne yapsa ne etse önüne geçemezmiş. Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Öğretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını geliştirmeye çalışırmış. Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çocuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri sebebiyle, daha çok sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.

Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşılar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önündeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş. Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkıyorlarmış…

Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi! Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoparlörler ve estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.

Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabi. Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda, “ Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar ” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş.

Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine.

Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama Deniz’i yakalayamamışlar. Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın’’ yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.

Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gök gözlü, güzel çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca gösteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. “ Deniz özgür olsun.” demişler. Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağırılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.

İlk gece, polis merkezinde üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını sorgulamış ve “ kim suçlu? ” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, sonra da özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları… Arkadaşlarını, öğretmenlerini, ******* ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in. Hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri gelmiş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boyunlarını büküp gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gök gözlü çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i, diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandırmak istiyormuş yargıçlar.

Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “ Körler Ülkesi ” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş:

‘’Evel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, sonunda bir de bakmışlar ki, Körler Ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış.Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda babanın etrafına toplananlar “ korkma” diye yüreklendirmişler. Ve, “Siz buraya Körler Ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz.” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tez elden hekime kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tırnağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş: Sorun çocuğun gözlerinde imiş... Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü…. İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış. Çünkü Körler Ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıyla bastırmışlar boynu bükük.’’…

Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku gelmiş, sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elindeymiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi….Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “ Baba!” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.

Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk, yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e. Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “ Bütün bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “ Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu? ” demiş. Deniz ise “ Ben kalbimi kuşlara verdim.” diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarında fısıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş.

Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne kavuşturamamışlar.

Günlerce düşünmüşler ve sonunda Deniz’i köyünün güzel ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler.

Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları…… İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……..


Yazar : Hakan SakinciTarih : 06.07.2005
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
30 Nisan 2007       Mesaj #816
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Ne zaman hayatında bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman 24 saat kısa gelmeye başlarsa, o zaman mayonez kavanozu ve 2 fincan kahveyi hatırlayınız!



Bir gün bir profesör, masasının üzerinde birkaç kutu olduğu halde felsefe dersindedir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve içerisini tenis topları ile doldurur. Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler. Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Onlar da "evet" doldu derler. Tekrar profesör masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Öğrenciler de koro halinde "evet" derler. Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur.

Öğrenciler gülerler!

Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek "eveet" der; ben "Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım". Şöyle ki; bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; dininiz, ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir. Şayet diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur. O çakıl tasları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. "Şayet kavanoza önce kum doldurursanız..." diye, anlatmaya devam eder, "çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sıhhatinize dikkat edin. Eşinizle yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.

Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.

Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.

Gerisi hep kumdur.

Bu ara bir öğrenci parmağını kaldırır ve sorar; "Pekiyii, o iki fincan kahve nedir?"

Profesör gülerek: "Bu soruyu sorduğuna sevindim. Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar vakit ayırın!"
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Nisan 2007       Mesaj #817
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ

Kara Seyit sevindi, güldü. Topunun namlusunu öptü, sırtını okşadı. Atışa devam etti. Artık beklenen saat gelmiş, Bouvet, Nusret Mayın gemimizin döktüğü mayınlardan birine çarpmıştı. O anda, bütün Boğaz sarsıldı. Birbiri adına patlayan mayınlar, Boğaz'ı, yangın yerine çevirdi. Tabyalarımızdan "Allah, Allah!" sesleri yükseldi. Zafer davulları dövülmeye başladı. Bouvet, sulara gömüldü.
Amiral Robeck, yerinde duramıyor, âdeta tepiniyordu. Küpeşteye vurduğu yumruklarıyla da kinini kusuyordu. Telaş, korku ve şaşkınlık, bütün kara dinlileri sarmış, sarsmıştı. Amiral durmadı, mayın subayını çağırttı. Oracıkta kurşuna dizdirdi. Sordu:
- "Hani, körfez mayından temizlenmişti? Hani, daha dün gece, temiz raporu verilmişti? Nereden çıktı bu mayınlar? Kim döktü, nasıl döktüler?"
Çanakkale yanıyor, karşılıklı top ateşleri devam ediyordu. Rumeli kıyıları, düşman armadasına mezar olacaktı. Bu arada, iki düşman gemisi daha ağır yara aldı. Bunlardan "Goulais", Tavşan adaları önünde karaya oturdu.
Can tatlısı kaygısına düşen düşman gemileri, kumanda zincirinden çıkmışlar, Türk topçusunun ateşinden korunmak için, bir o yana, bir bu yana dağılıyor, kaderin elinden kurtulmak istiyorlardı. Mayınlar ateş fışkırıyor, "İrresistible" ve "Ocean" adlı gemiler infilâk ediyor, ağır yaralı olan "İnflexible" kaçıyordu.
Artık, düşmanda panik başlamış, "Hurra, hurra!" naraları da duyulmaz olmuştu. Düşman armadası perişandı. Amiral Robeck de çareyi, kaçmakta buldu. Durmadı, hemen Ege'ye açıldı.
Gün batıyordu. Amiral, belki de hayatının en acı telgrafını, Çörçil'e çekmeye hazırlanıyordu:
- "Çanakkale geçilmez."
Karşı yatan kara dağlar karardı. Cehennemî sesler kesildi. Kızıl gün, dağların ardında kayboldu. Tabyalarımızda bir bayramdır alıp gidiyor, günün yiğitleri övülüyordu. Yakılan meydan ateşlerinin etrafında toplanan koçaklar, koç yiğitler sevinç içindeydiler.
Kim bilir hangi hasretlisine kavuşmak için sabırsızlanan güneş de, karşı yatan kara dağların ardında birdenbire kayboldu. Yahya Çavuş, tabyaya geri döndü. Adsız Bey, kara koç atını, emin bir yere bıraktı. Vardı, bir koca ağacın dibine oturdu. Baktı, gördü. Kesesinde dünkü talimde dağıtılan tütünden bir miktarı duruyordu. Tuttu, bir tütün sarıp yaktı. Uzun uzun dumanını ciğerlerine çekti. Düşündü. Yarın, yaman ve kanlı bir gün olacak. Nice gâziler, alp erenler, kara koç yiğitler, analarının kıyamadığı, eli kınalı yavuklularının doyamadığı koçaklar, şehitlik şerbetini içip Tanrı katına varacaklar. Adı güzel Muhammet'imizle buluşup, koklaşacaklar. Cennet bahçelerinde nice nice güller derecekler. Herkes de onlardan, rahmet ve saygıyla bahsedecek. O gâzilere, şehitlik gömleği giyenlere ne mutlu! Ya bizim şu miskin canımız ne olacaktır? Tanrı'm bize de o kutlu günü göstermez mi ki? Ellerini açıp duaya vardı:
- "Yerin göğün yaratıcısı, ulu Tanrı'm! Gönlümüzden geçenleri, bir bir bilirsin. Bizler de, birer murat eriyiz. Şu miskin kulunu, Adsız Bey diye bilinen erini dahi şehitlik mertebesine ulaştır. Kutsal vatanımızın, düşman çarıkları altında çiğnenmesine izin verme, Tanrı'm. Ak saçlı analarımız ağlamasın. Koşa badem ağızlılarımız, elma yanaklılarımız, gelinlerimiz, kızlarımız ve dahi bacılarımız, saçını başını yolmasın. Yarınki günde öksüz kalacak koçaklarımız, yavru balabanlarımız, ömür boyu tutsak olmasın."
Yakınında, yanı başında cıvıl cıvıl eden bir ses duydu. Kalktı, yerinden doğruldu. Biraz ötesindeki çalılığa doğru yürüdü. Kulak verip dinledi. Hayret etti. Bu cehennem yerinde, şu bülbülün işi neydi? Şimdi tutturmuş, kim bilir hangi hasretlerin demini tutuyor? Düşünüp anladı.
Biliyor, duyuyordu ki, şu nice hasretlerin sevdalısı garip bülbül bile: "Vatan, vatan!" diye öter. Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş!
Adsız Bey için de vatan, her şeyin, hatta her duygunun üstünde gelirdi. Şu azgın dünyadan, kudurmuş dünyadan; bir Adsız Bey, vatan için ayrılmış, kuşça canı uçmuş, çok mudur?
Hemen oracıkta, o saat dilinin ucuna gelen şu türküyü mırıldanmaya başladı:

- "Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of! Gençliğim eyvah.

Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyom düşmana karşı
Of! Gençliğim eyvah.

Çanakkale içinde bir dolu testi
Anneler, babalar ümidi kesti
Of! Gençliğim eyvah.

Çanakkale içinde bir uzun servi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evli
Of! Gençliğim eyvah.

Çanakkale üstünü duman bürüdü
On üçüncü fırka harbe yürüdü
Of! Gençliğim eyvah."

Adsız Bey sustu. Bülbül, dem tuttu. Baktı gördü ki, şu garip bülbül bile, söylediği ağıda katılmış. Adsız Bey, sevindi. Gözünden akan yaşları kuruladı. Öyle ya, Adsız Bey gibi bir alp erene, oturup, karılar gibi ağlamak, kara bağrını dövmek yaraşır mıydı? Yahya Çavuş'un, kendisine dediklerini andı, tez görevi başına çekildi.
Ala şafakla birlikte, "Bismillâh" deyip, Ege'yi gözledi. Aman Tanrı'm! Kara dinli kâfir gemileri üstüne üstüne gelir. Adsız Bey, gülle olup ateş kusmak, mermi olup nice kâfir yakmak istedi. Kara sığırcık alayı gibi düşman gemilerine, kâfir askerlerinin doluştuklarını gördü. Bir kömür gemisine bile iki bin canı aşkın kara dinli kâfir binmiş, "Albion"un peşini takip ediyor, Ertuğrul koyuna doğru yol alıyorlar.
Henüz, kötü dünyanın üstüne güneş doğmamıştı. Adsız Bey, kara koç atına baktı. At da, sanki olanın bitenin farkındaymış gibi eşiniyor, kişniyor, yedi kat yeri ve dahi yedi kat göğü inim inim inletiyordu.
Adsız Bey, onu yatıştırmak istedi. Vardı, kara koç atının sırtını okşadı, gözlerini öptü. Tam bu sırada müthiş bir patlamadır duydu. Geri dönüp baktı. Kara dinli kâfir gemisi "Albion", alaca karanlıkta Ertuğrul koyunu bombalar. Bu bombardıman tam bir saat sürdü. Az sonra tanyeri ağardı, gün doğdu. Ortalık ışıdı. Karşı yatan kara dağlar bile görünür oldu. Türk tabyalarını dolduran sultan kulları, alp erenler; bombardıman öncesi geri çekilmişlerdi. Hepsinin gözlerinde de ışıltılı bir mutluluk okunuyordu. Şamar oğlanına dönen kara dinli, demek ki henüz akıllanmamıştı. Daha nice Türk köteği yemek istiyordu.
Karşı yakadan cevap alamayan kara dinli kâfirler şaşırdılar. Sandılar, siperlerindeki tamam bütün Türkler gafil avlanmış, son fertlerine kadar da kırılmışlardır. Artık azgın kâfir için korkulacak bir sebep yok. Ertuğrul koyu yangın yerine dönmüş, Türkler cevap veremeyecek hale gelmişlerdi.
Kara kömür gemisi, hareket emri aldı, ileri atıldı. Ertuğrul koyuna baştan kara etti. Dubalar kuruldu. Kara dinli kâfir yiğitleri, birbirlerini övdüler. "Hurra" diye nara vurdular. Açılan gemi kapaklarından birer ikişer atlayıp dubalara doluştular. Hepsi de bir an önce, kimsesiz sahile çıkmak ve ilk fatihlerden olmak istiyordu. Dubalarda adım atacak yer kalmadı.
Adsız Bey baktı, gördü.
- "Vakit tamamdır" dedi.
Tabyadaki gâzilere bekledikleri işareti verdi.

OYHAN HASAN BILDIRKİ
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
30 Nisan 2007       Mesaj #818
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
YAŞAM NEDİR ?
Gökyüzünde dünyayı yaşarken sonsuz özgürlüğümle birlikte,
yaşamı arıyordum ne olduğunu bilemeden... Bir su damlasıydım, güneşin ışıklarında renklerle oynayan, karanlıklarda
yıldızlarla konuşan... Mutluydum rüzgarla birlikte
maviliğe savrulurken, mutluydum kuşlarla kanat çırparken,
mutluydum gökkuşağı olup renkleri saçarken...

Takılmışken bir bulutun peşine, görürdüm yaşayanları
yeryüzünde... Hepsi zamanla koşar gibi, hep bir şeylerin
peşinde... Bazen bir kuşun kanadına karışır,
uçardım onunla, rüzgâra karşı çığlıklarla birlikte.

Yaşamı sorardım kuşlara, nedir diye? Özgürlük derlerdi bana... Göklerde özgürce kanat çırpabilmek, rüzgâra baş kaldırmak. Ama
yağmur yağdığında özgürlükleri elinden alınır, ağırlaşan kanatları
daha fazla çırpınamazdı damlalar karşısında... Sığınırken bir kaya
kovuğuna, özgürlüklerini teslim ederlerdi yağmura, sessizce...

Karıştım bir gün yağmur damlalarının arasına, gücü hissedebilmek için...Toprağa karışmak istedim, çoğalmak istedim, azgın bir nehir olup akmak istedim, deniz olmak istedim, yaşamı bulmak istedim, yaşam olmak istedim... Terk ettim gökyüzünü güneşe veda edemeden... Altımda gittikçe büyüyen yeryüzü beni kendine doğru hızla çekerken daha da büyüdüm, çoğaldım. Koşmaya başladım bir an önce toprağa kavuşabilmek için. Yaşamı hissedebilmek için... Yaşam olabilmek için...

Toprağa ilk dokunuş, ilk sarılış... Sıcaktı toprak, gökyüzünün
olamadığı kadar... Beni sarmaladı şefkatle, beni içine aldı sevgiyle...
Sevdim onu... Seviyorum dedim yaşamayı seninle birlikte...Toprağın
derinliklerinde, karanlık sıcaklıklarda güveni hissettim... Zaman
geçtikçe büyüdüm, çoğaldım... Yerimde duramaz hale geldim...

Güneşi özledim... Yıldızlara merhaba demek istedim.... Terk ettim
toprağı. Sıcaklığını, şefkatini. Bir sabah çiçekler açarken gökyüzünü
gördüm yeniden... Öylesine mavi, öylesine sınırsız, öylesine özgür...

Aktım, gittikçe büyüyerek... Beni sarmalayan toprağa dokunarak
aktım... Nereye gittiğimi bilemeden... Sadece yaşamı ögrenebilmek
için aktım... Benimle çiçekler açtı ağaçlarda, topraktan otlar fışkırdı
delicesine... Ben onlara yaşamı sunarken, cevap veremediler bana
yaşam nedir diye sorduğumda... Büyümek istedim... Daha hızlı
akmak, denize kavuşmak istedim... Aktım gökyüzünün görünmediği
ıssız ormanların arasından, yıllardır kımıldamaktan korkan taşları
peşimde sürükleyerek, başkaldırırcasına ... Başakların rüzgârla dans
ettiği ovalara geldiğimde duruldum... Onları seyredebilmek için
yavaşladım... Sordum uçuşan kelebeklere yaşamı... Rüzgarla dans
mı diye?.. Cevap vermediler bana... Denizi aradım uzaklarda,
görebilmek için köpürdüm, taştım ona bir önce dokunabilmek için.

Sonra bir sabah, daha güneş ışıklarını serpmeye başlamamışken
dünyaya, uzaklarda maviliği gördüm... Gördüm orada canlılığı,
başkaldırmışlığı, hasreti... Kavuşmak istedim bir an önce, sarılmak
istedim... Koynuna girmek istedim bir sevgili gibi... Sevişmek
istedim onunla... Yaşamı istedim ondan... Dokunduğumda denize,
balıklar kaçtı benden, suyum karıştı denize... Bir oldum onunla...

Ufacık bir damlaydım, bulut oldum, toprak oldum, deniz oldum,
okyanus oldum. Kapladım dünyayı canlılığımla. Dalgalarla oynarken derinliklere karıştım... Derinliğin sessizliğinde güzellikleri
buldum... Yaşam gizlenmiş güzellikler midir diye sordum denize?
Cevap alamadım... İnsan olmak istedim... Yaşamın ne olduğunu
öğrenirim diye...Döl oldum genç bir erkeğin ateşli vücudunda...
Yıldızlı bir gecede can oldum bir dişiyle... Büyümeye başladım
içinde olduğum insana fark ettirmeden... Büyüdüm, büyüdüm...

Aynı toprak gibi sıcak ve karanlık bu yer bana güven verdi, huzur
verdi... Zaman geçtikçe, yerime sığamaz hale geldim... Güneşe
sarılmak istedim... Yıldızları görmek, denizle konuşmak istedim...
Yaşamı insanlara sormak istedim... Işıkla tekrar kavuştuğumda
özgürlüğümü hissettim yeniden... Küçük bir su damlasıyken
gezdiğim gökyüzünü yeniden görebilmek mutluluk verdi...

Büyüdüm zamanla... Diğer insanlarla birlikte, zamanla birlikte...
Sordum insanlara yaşam nedir diye?.. Cevap veremediler...
Bir gün aşık oldum birisine, neden diye sormadan kendime...
Bir kuş gibi özgürce, bir nehir gibi delicesine akarak,
bir deniz gibi sınırsızca sevdim birisini...
O zaman anladım ki; YAŞAM SEVGİDİR...
SADECE SEVGİ.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Nisan 2007       Mesaj #819
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Etrafta oynayan çocuklar görebilmek, duyguların henüz gelişmemiş tomurcuklarına ortak olmayı istemek ancak elini uzattığında çoktan o sahneyi geçmiş olduğunu fark etmek. İsyan etmeye çalışmak fakat tiyatro kapısındaki nöbetçilere takılmak…
Susamışlığın sınırlarını zorlayan kediciklerin sinercesine ağlamalarını duyan bir yaşlı annenin onlara ulaşacak gücü olmadığındaki boyun bükmesini yaşamak…
Yaratıkların çok yakınında olduğunu bilmek, arkandaki yoldaşlarının yavaşça, ensende hissettiğin nefeslerinin verdiği tuhaf bir cesaretten sonra, bir an yoldaşlarının da aslen insan kılığına girmiş birer mahluk olabileceği düşünce karmaşası anında güvensizlik duygusunun içindeki kayıp güven…
Sahtecilik oyunlarının en sahte bölümüne gelmişken yırtılan hayallerin umutsuzluğuyla bir an etrafına bakınmak, oyunu terk etmeyi istemek ancak kasaya olan borçları yüzünden ayağa kalkıp gidememek…
Hayatının her döneminde içinde gizli-gizli filizlenmiş bir armağan alma güdüsü gitgide büyürken, hediye niyetine uzatılan gerçeklerin aslen birer hiç, o hiçlerin ise koskocaman birer gerçek olduğunu anlamak…
Çok soğuk bir kompartımanda, hücrelerinin yavaş-yavaş ısı durumuna uyum gösterdiğini hissederken camdan baktığında güneşi görebilmek fakat sadece görebilmek. Isısını hissedememek…
Üzülmenin bile yüreğinin bir onur taşıdığını, onursuz hissetmenin bile onurunu görebilirken boynu dimdik gezen içi boş kıyafetlerin dehşetine kapılmışken onuruyla yürüyen birinin elbisesizliğine kırgınlaşmak…
Yüzlerce nokta görürken aralarından bir tane virgülün gözüne çarpması, ancak yaklaştığında virgülün kuyruğunun sadece renkleriyle aldatmaya çalışan, parlaklığıyla sahtekarlığını sofraya sunmaya hazırlanan bir kumaş parçası olduğunu fark etmenin, hem diş gıcırtısı eşliğinde hem de gülümseyerek, hiçbir şey yokmuş gibi devam etmeleri…
Gözlerini dumanın ve uykusuzluğun kızarmışlığına esir bırakmışken, uzaklarda, birkaç istasyon geride bıraktığı gençliğin özlenmişliğiyle yorgunluğun yıkılmalarını tadarken gördüğü narin bir ceylanın ihtişamıyla bir an geride bıraktığı istasyonlara döndüğünü sanıp heyecanlanırken trenin uzun bir tünele girmesi ve koca bir karanlık…
Çok güzel bir müzik sesinin ahengini ruhuna karıştırmış, elini yanağına koyup kulağı yavaşça, şefkatle okşayan notaların yırtılmış hayallerini tamir edebileceği umuduna kapılmayı bile göze almaya hazırlanırken tren raylarının gıcırdamasıyla beyninde kurmayı düşlediği hayallerin kayıp düşlerin hükümdarlıklarına bir yeni öğe olarak eklenmesi…
Bir trende olmak,
Nereye gittiğini bilmeden,
Hangi istasyonda o trene bindiğini ve daha kaç istasyon sonra ineceğini hatırlamadan,
O an kimsenin senin nerde olduğunu bilmediğinin az bulutlu hissizliklerini hissetmek,

Kayıp trenin penceresinden bakmak…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2007       Mesaj #820
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gitme güzel gözlüm

Yalanım yok.Ağlıyorum yokluğunda.Özlemlerim bıçak yarası; yine yalanım yok gülemiyorum eskisi gibi ve eskisi gibi sevmiyorum kimseyi.
Unutmadım şubat akşamını. Öyle ayrılıkları kiteplerda,okurdum, filmlerde izlerdim, senaryo derdim ama yinede gözlerim dolu dolu olurdu. Ya bende "ya bende yasarsam" derdim.
O gün yine ona şiir yazmıştım. bitmişti şiirim ve tekrardan okuduğumda, yazdığım şiir bi ayrılık şiiriydi. Ben ona hiç ayrılık şiiri yazmazdım. Alır hep okurdu: güzel gölüm şiirlerimi. O şiiri okutamazdım. kaldırdım dolabima ama farkın da değildim ayrılık şiiri olduğundan. Hissetmeye başlamıŞtım, o ayrılığı... "öyle seviyodum ki seni herşeyi hissedip söylüyodum ssana. Gerçekleşince nasıl şaşırıyodun? İnanamıyodun bana.
O şobat akşamında içimde bi sızı vardı. Neden? Bilmiyordum. Gece yarısı yaklaşırken onu aradım " iyi misin?" Diye sormalıydım. Çünkü; yine bişeyler hissediyodum. Çok soğuk kunuşuyodu telefonda ve birden zili çaldı. Sesler GELİYODU. Gelenler bayandı. içim deki ki o sızı iyice arttı. Gözlerim yine dolu doluydu. Daha sonra telefonu tekrar aldı. "Kim geldi" dedim "bizim yaşlı ev sahibi" dedi. Güzel gözlüm bana yalan konuştu. İnanmadım "bende geliyorum" dedim kapattım. Saat çok geçti nasıl? gidebilirdim. Anneme ne diyecektim? Anneme onun uğruna yalan konuştum. ölümde olsa gitmeliydim. "arkadasımı hastaneye kaldımışlar" dedim. "gitmem gerek anne" dedim. Annemin sonsuz güveni yine yanımdaydı. Taksiye bindim ve onun kapısının önündeydim. O da beni bekliyormuş sokağın başında. Yukarı çıktık. Kızları parçalamaktı niyetim. "kızların yanına götür beni" dedim. Kem küm etti ama gittik. "sevgilim" diye tanıştırdı beni, çok mutluydu Herşey yolundaydı ama içimdeki sızı hala gitmemişti. Mutfaktaydık; birden bana " bitanem ben ilişkimize ara vermek istiyorum" dedi. Donup kalmıştım. Benden sürekli sakladığı bişeyler vardı. "neden?" dedim " işlerim falan bi süre sana ayıracak vaktim olmayacak" dedi. Yeterli değildi bi ayrılık için ama umutlarımı yıkmak için fazlaydı bile bu neden. "Hayır ara veremeyiz tamamen bitmeli oyıncak değil ki bu" dedim. istemedi ama kabul etti daha sonra. Onın evini kendi evim gibi benimsemiştim ama artık yabancı gibi hiissediyodum kendimi. yüreğim çoook acıyodu! İki göğüsümün arasında tuhaf, tarif edemediğim bi sızı vardı. "ben artıok gitmeliyim" dedim. "saat geç oldu" dedi "ısrar etme" dedim. son kez bişey isteyebilir miyim? dedim. Sorum bitmeden atladı boynuma. Anlamıştı onu isteyeceğimi. öyle bi sıkıyodu ki kollarında, öyle bi kokludu ki "GİTME" der gibi. "Artık gitmeliyim" dedim ve bitti sarılma. kapının önüne indik; artık ayrılık vaktiydi. Fırtınalar kopsun, depremler olsun ve ben gitmeyeyim diyodum. Sokağın başına kadar yürüdük. Skak ikiye ayrılıyodu. Tekrardan atladı boynuma. artık tutmadım kendimi gücüm kalmamıştı: ağlamaya başladım. "Fırtınalar kopsa" demiştim ya; gözümdeki yaşlar belki fırtınadaki yağmur gibiydi. artık geri geri gitmeye başladım. " hoşçakal bitanem" dedei, "hoşçakal Erdal'ım" dedim. Arkamı dönüm, aşşağya doğru yürümeye başladım. İkide bir arkamı dönüp el sallıyodum. BEN UMUTLARIMA EL SALLADIM. Hayallerimi sokağın başında bırakıp bi de el sallayıp gidiyodum. Bacaklarım gitmek istemiyodu. Zor duruyodum ayakta. O da duramıyodu, direğe yaslanmış arkamdan bakıyodu. yolun sonuna gelmiştim, sağa dönüp kaybolacaktı Durdum, gidemedim.Bakıyodum ona "çağırda geleyim der gibi". Onun tarafından araba geldi, birden göremedim. Araba geçtiğinde bi baktım; direğin altında kimse yoktu. YIKILMIŞTIM. "Erdaaaal" diya bağırdım ama duymadı. Çaresiz devam ettim. volkanlar patlıyodu içimde Bağırmaya başladım, tutmıyordum kendimi. Bağırarak söylediğim tek şey "gitme güzel gözlüm" insanlar, camlara balkonlara çıkıyodu. Herkes beni izliyodu. Bende umutlarıma el sallamanın acısını yaşıyodum içimde. Tutamıyodum kendimi, çığlıklarım yankılanıyodu sokaklarda; GÜZEL GÖZLÜM GİTMİŞTİ.
O halde evimi bulmuştum. Annem ağlıyodu halime. Yavrusu perişandı hele bide sarılıpda ağlaması... Yavrusu hayallerine el sallamıştı hangi anne ağlamaz ki? Şimdi ise geride kalan şeyler, yarım kalmış şiirler, yarım kalmış gençlik ve işte bu ayrılık.

HANDE ALTINTAŞ

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat