Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 92

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.574 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2007       Mesaj #911
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GeCeYDi SeNi BaNa TaŞıYaN

Sponsorlu Bağlantılar


Geceydi seni bana taşıyan…Sen geceye yakındın, bende sana….Ağır aksak işleyen zamanın düşürdüğü tuzaklardan kurtulup geldin, hoş geldin.Korkularınla, sırlarınla ve sadece gözlerine derin bakanların görebileceği acılarınla geldin, iyi ki geldin….. Bekleyişlerimin içine hapsettiğim özlemlerim vardı.Nicedir kimseyle paylaşmadığım
hüzünlerim.Soramadığım sorularım.. Hatırladığımda yüreğimde yaratacağı o korkunç sızıyı duymaktan korktuğum için beynimin bir köşesine fırlatıp
attığım ve bir daha hiç dokunmadığım anılarım vardı….Şimdi özgür
bıraktım özlemi.Şimdi hüzünde sevinçte doyasıya yaşanıyor bende.Sorular cevabını buluyor, anılar canlanıyor çünkü sen geldin.Susmak ne çok akıllandırmış beni… Ne çok biriktirmişim kelimelerimi….Bir bir dökülürken dilimden sevda sözcükleri senin o tedirgin duruşun bile durduramıyor beni.’Seni soluyan bir rüzgara kapılmış gidiyorum.’, yüreğimi bir yelken gibi açtım, seninle dolduruyorum.Seninle olmanın, seni yaşamanın ve zamanı sadece seninle paylaşmanın eşsiz hazzını duyumsuyorum, ne iyi ettin de geldin…..Bir büyüysen bozulma. Bir hayali yaşıyorsak kaybolma. Hep biz çözecek değiliz ya gerçeğin düğümlerini, bırak kendi halinde kalsın. Ruhuna talibim ben asıl gerçek bu. Kaçışlardan bıkmış, hep yarım kalmış ruhum da bir tek seninle doyuma ulaşacak, kendini bulacak. Dedim ya, sen geldin.Bir de mavi var öyle ya….. Nereye saklamıştım maviyi? Kimlerden gizlemiştim de yok sansınlar istemiştim? Bak, güneş bile mavi mavi parlıyor görüyor musun? Yavaş yavaş yok oluyor yüreğimin gri katmanları. Maviyle anılıyor görebildiğim her şey.En çok maviye tutkunum ben, bu yüzden mavi sen oluyorsun, çocuk gibi seviniyorum. Sen maviyle geldin..Sahi, çocuk olmayı ve senin çocuksu davranışlarını ne kadar özlemişim ben… Kumdan kaleler yapacak, içine seni koyacak. Kaleyi yıkacak, seni kurtaracak, kahraman olacak.Çığlıklar atacak, yorulmayacak, sensiz hiç bir oyunda ‘ebe’ olmayacak.Korkma, içindeki o çocuk hep yaşayacak, kimsenin zarar vermesine izin vermeyeceğim.Çünkü sen o çocukla varsın, o çocukla geldin.Yoktum ben, senden önce yoktum sanki. Sen geldin varlığını bildim. Sen geldin ben oldum, aşk oldum.Sen geldin….

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2007       Mesaj #912
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şahmaran Hikayesi

Sponsorlu Bağlantılar

Mezopotamya’da bin yıldan beri anlatılır bu masal. Anadolu’da, Koçgiri’de bu masal geceleri genç yaşlı herkesin toplandığı köy odalarında bilge dervişlerin, gözleri deryalaşmış masal anlatıcılarının ağzında bal gibi düşer karanlık gecelerde.
İnsanlığın en büyük utancıdır Şahmaran. En büyük utancıdır der bilge adam, nedenini öğrenmek istiyorsan dikkatlice bu hikayeyi dinleyeceksin ve dersini kendin çıkaracaksın.
Yılanların şahıymış Şahmaran. Ama ondan sadece yılanlar değil doğadaki tüm canlılar çekinirmiş. İşin gerçeği ise, ondaki bu güç aslında kimseyi korkutmazmış, çünkü Şahmaran diğer hükümdarlar gibi kimseyi tehdit etmez, gücünü kimseye göstermezmiş. Gücünü bilgelikten alırmış Şahmaran. Kainatın tüm bilgisine hakimmiş. Hakikatın yolundaymış. Bu sayede tüm bildiklerini, özelliklerini, tüm hayvanların dilini, her taşın tarihini bilirmiş. Ama gerçek bilge olduğu için bilgisini kullanmaz, kendi gücüne güç katmaya çalışmazmış.
Şahmaran en çok insanlardan kaçarmış, onların bencil arzularını iyi bilir bu sebeple bilgisini onlardan gizlermiş. Fakat Şahmaran insanlıktan uzak değilmiş, çünkü yarı insan yarı yılan görünümündeymiş. Yani ne tam insan ne tam yılan, yarı ateş yarı su. Yarı gece, yarı sabah gibi. Belden yukarısı şeytani denecek kadar büyüleyici güzel bir kadınmış. Başında boynuzları taç gibi görkemli kılıyormuş onu. Ama belden aşağısı ise yılanmış. Her birinin ucunda bir yılan başı olan tam oniki ayaklı güzel bir kadınmış Şahmaran. Bilge, güzel ve hikmet sahibi biriymiş yılanların taptıkları Şahmaran.
Onun masalını dengbejler oniki gün oniki gecede ancak bitirirler. Bizim anlatacağımız bölüm sadece hikayenin sonu. Yani insanın masaldaki son ihaneti.
Masalın sonuna kadar Şahmaran hem insanlardan kaçmış, hem de onları özlermiş. Tam bir yılan olmadığı için yılanların arasında da kendini yalnız hissediyormuş. Arada bir dertleşmek, insani duygularını insanla, insanoğluyla paylaşmak istiyormuş. Gel gelelim bin yıllar boyunca insandan sadece ihanetin binbir yüzü olduğunu görmüş. Her insan ona bencilce yaklaşmış, onun arkadaşlığından çok onlar için onun bilgisi değerliymiş. Ve insan için bilgi güç demekmiş. İnsanoğlu biliyormuş ki, Şahmaran’ın etinin suyu bilgeliğin belki de ölümsüzlüğün yolunu açacak.
Şahmaran ise bin yıllardır kaçış halindeymiş. İnsanlar yüzünden ülkesini hep taşımak, sürekli izini kaybettirmek zorunda kalmış. Onun ölümü sadece insan elinden olabilirmiş. Eğer ona insan ona dokunmazsa kıyamete kadar yaşayabilirmiş. İşt böyle insanlardan ve aynı zamanda yılanlardan da kaçarak yaşamını sürdürürmüş Şahmaran.
Bu zamanların birinde üç genç ormanda top oynuyormuş. Derken gençlerden topu yakalamaya çalışan Cansap’ın ayağı taşa takılmış ve oradaki kuyuya düşmüş. Arkadaşları Tansap’ı kuyudan çıkarmak için çok uğraşmışlar ve tüm çabaları sonuçsuz kalmış. Arkadaşlarını kurtaramadıkları için ailelerinden çok korkan gençler, olan biteni gizlemişler ve Cansap’ı hiç görmediklerini söylemişler. Ve o günden sonra ne kuyunun yanına, ne de ormana bir daha hiç gitmemişler. Aralarında Cansap’ın adını dahi anmaz olmuşlar.
Ya Cansap ?
Kuyuya düşen Cansap ise ölmemiş. Aşağı düştüğünde kendini yeni bir hayatın içinde bulmuş. Kuyudan aşağı çok yumuşak bir düşme olmuş ve düştüğü yer ise çayır çimenmiş. Önce öldüğünü ve cennete geldiğini sanmış. Her taraf bin bir çeşit meyve, kuş ve çiçekle doluymuş. Çevresine baktıkça gördüğü manzaradan büyüleniyormuş. Zamanla çevresindeki yılanları fark etmiş. Fark ettikçe de gözleri büyümeye devam etmiş. Boa, engerek, kobra, çıngıraklı, karayılan…. Her çeşitten onlarca, yüzlerce, binlerce yılan çevredeymiş.
Korkunç bir çığlık atmış Cansap. Kendi çığlığından kendisi korkmuş ve susmuş. Çünkü yılanların tümü dile gelmiş ve konuşuyorlarmış.
- “Korkma bizden, misafirimizsin burada, hoş geldin !”
- “Biz insana düşman değiliz, insanlar bize düşman …”
- “Bakma yerlerde süründüğümüze, bizim de yüreğimiz var. “
- “Bize dokunmayana bizim zararımız olmaz.”
- “Görünüşümüzden korkma, üzme bizi…”
- “Şimdi bekle, seni Şahmaran’ın huzuruna çıkaracağız. İnsanlardan o kadar büyük zararlar gördük ki, buralarda saklanma nedenimiz sadece kendimizi korumaktır. İstemezdik burayı öğrenmeni, ama oldu bir kere, artık başımızın üzerinde yerin var.”
Çok beklememiş Cansap ve kısa süre sonra karşıdan Şahmaran ağır ağır gelmeye başlamış. Şahmaran’ın güzelliğini gördükten sonra Cansap’n gözleri bir kez daha faltaşı gibi açılmış ve kamaşmaya başlamış. Şahmaran’ın kalbi de Cansap’ı gördükten sonra hızla atmaya başlamış. Duyguları ve bildikleri bir türlü barışmıyormuş. Sevinç ve üzüntü. Heyecan ve kararlılık. Tereddütler yaşamaya başlamış.
Şahmaran da, Cansap’ın karşısına dikildiğinde bir deprem olmuş sanki içinde. Gövdesi kuyruğundan kopacakmış gibi hissetmiş. Bin yıllık yaşamında ilk kez böyle bir duyguya kapılmış Şahmaran. Sanki daha önceki bin yıllık yaşamı silinmiş. Göz göze gelmişler. Cansap özür dileyerek başlamış sözlerine. Arkadaşlarıyla kuyunun yanında oyun oynadıklarını, kuyuya düşüşünü, köyünü, annesini ve oraları şimdiden özlediğini anlatmış.
- “Olmaz” demiş Şahmaran. “Bir daha insanlara güvenmeyeceğime dair olarak kesin yeminim var yılanlara” demiş.
- “ Sakın israr etme !.. “
Cansap’ın israrları fayda etmemiş. Yalvarmaları bir işe yaramamış. Şahmaran, ihanetle, firarlarla geçen yaşam öyküsünü anlatmaya başlamış Cansap’a. Her gün bir parçasını öğrenmiş genç adam. Uzun süre ne köyünü, ne arkadaşlarını anımsamamış. Öykü ilerledikçe Cansap daha da meraklanmış. Azar azar bin yıllık tarihi, sadece Şahmaran’ın değil, insanların da tarihini dinlemiş ve öğrenmiş.
Gel gelelim gün gelmiş, Şahmaran’ın anlattığı hikaye sona ermiş. Hikaye bitince de Cansap’ın merakı da tükenmiş.
İnsan dediğin merakı tükenince yüzünü başka yöne çevirir, bilmediği başka meraklar peşinde koşarmış. Zamanla merakın yerini sıkıntılar almış, özlemler almış ve bir gün Şahmaran’ın karşısına çıkmış.
- “ Ben artık gitmek istiyorum ey bilge Şahmaran ! Sana minnetarım, bana çok şey öğrettin. Sayende her şeye başka bir gözle bakıyorum. Ama içimdeki özlem dayanılmaz oldu. Burada duramam, yapamam ben. Burada yaşlanıp ölemem. İnsanları özlüyorum ben” demiş.
- “Olmaz ! ” demiş Şahmaran. “Yeminim var !” demiş .
Ama Cansap çok israr etmiş.
- “Ben diğerlerine benzemem. Sana ihanet etmem. Yemin ederim. Güven bana. İnsana güvenilebileceğini ispat edeceğim sana.” diye devam etmiş sözlerine.
- “Hayır !.. Hayır !.. Sen de ihanet edersin. Çünkü insansın, çünkü insan zayıftır. Unutma ! Her insanın bir zayıf tarafı mutlaka vardır. İhanetin ise bin bir çeşidi.” Diyerek tartışmayı bitirmiş.
Böylece günler günleri kovalamış. Günler geçtikçe de Cansap sararıp solmaya başlamış. Ağzını açıp tek sözcük söylemez olmuş. O sustukça da Şahmaran üzüntüden beter olmuş. Ve :
- “Evet” demiş kendi kendine. “ Yarı insan değil miyim ? İnsanlığımın zayıf noktası çıktı karşıma. Aşk ölümündedir bu topraklarda. Tanrı olsun, Şah olsun kar etmez.”
Yanına çağırmış Cansap’ı.
-“Sakın bu sefer yemin etme. Yemininden dönmeni istemem. Çünkü biliyorum ki, eninde sonunda bana ihanet edeceksin. İhanet zayıf noktada yeşerecek. Yanımda kalmadığına göre, o hayatı özlediğine göre bu böyle olacak. Ama senden istediğim bir şey var. Hiçbir zaman hamama gitme ! “
Bunları söyledikten sonra da gözden kaybolmuş. Yılanlar Cansap’ı sırtlayıp kuyunun ağzına kadar taşımışlar.
Cansap ise yeminini içten emişmiş aslında. Bu nedenle de kendi köyüne uğramadan uzaklara, bir başka köye gidip orada kendi halinde bir marangoz olarak yaşamaya başlamış. Ne çok söz söylemiş, ne de çok söz dinlemiş.
Bu sırada kral mı, bey mi dersiniz, diyelim ki Padişah. O bölgede hüküm süren şah hastalanmış ve yataklara düşmüş. Bu işe en çok da sevinen Vezir olmuş. Vezirin de en büyük arzusu Şahmaran’ı bulmakmış. Şahmaran’ı bulup onun etinin suyunu içerek bilgiye kavuşmak ve böylece ölümsüzlük ağacını bulup meyvesinden yemek, sonuçta ölümsüz olmakmış amacı.
Nice zaman padişaha yalvardıysa da, Şahmaran’ı arayıp bulmak için padişahtan izin alamamış vezir. Padişah korkak bir insanmış ve Şahmaran’la uğraşmak istememiş. Gelgelim padişah yataklara düşünce vezir son kozunu oynamaya karar vermiş.
-“Hünkarım… Hastalığınıza çare bulamadı hiçbiri. Hangi hekim geldiyse aynı şeyi söylüyor. İlacınızı bilse bilse Şahamran bilir. Derman Şahmaran’da. İzin verin Şahmaran’ı bulup getireyim” demiş.
-“Hiç vakit kaybetmeyin !.. Bulun getirin yılanların şahını !” demiş insanların şahı.
Ve tüm ülke halkı hamamlara sokulup çıkarılarak Şahmaran aranmaya başlamış. Cansap boşuna denenmiş. Hamamda Cansap’ın teni pul pul olmuş ve tutmuşlar kolundan. Haftalarca süren işkencelerde ağzını açıp tek kelime söylememiş Cansap.
İşkenceler sonucunda ölümün kıyısına dayanmış. Vezir öleceğinden korktuğu için işkenceyi sona erdirmiş. Ve kurnazca bir plan uygulamaya başlamış.Apar topar Cansap’ın hücresine dalmış ve :
-“Ne yaptılar sana böyle evlat ? Benim bundan haberim yok. Acımasızlığın bu kadarı da olmaz. Hepsinin kellesini vuracağım. Haydi gel seni saya götüreyim. İyileşene dek misafirim ol !” demiş.
Vezir, Cansap’ı sarayda kuş sütüyle beslemiş ve etrafında dört dönüyormuş Cansap’ın.
Cansap kendine gelince, vezir omuzları çökük bir halde Cansap’ın yanına oturmuş ve :
-“İnan bana ! Bizim Şahmaran’a çok büyük saygımız var. Ama başımızda öyle bir tehlike var ki, çok fena. Çaresiz kaldık.”
Vezir, halkın içinde bir salgın gezdiğini, bu hastalığın vebadan beter olduğunu, eğer önlem alınmazsa tüm insanlığa yayılacağını ve bir süre sonra bir tek insanın bile sağ kalmayacağını, ve daha neler neler söylemiş. Cansap, dinledikçe şaşkınlığı artmış.
Vezir en son olarak demiş ki :
-“Şahmaran’ı biz istemiyoruz. Sadece var git yanına. De ki, senden başka danışacak kimsemiz kalmadı. Bu hastalığın ilacı hangi bitkide gizli ? Bize söyle !.. “
Cansap evine dönmüş. Geceler boyu uykusuz kalıp düşünmüş taşınmış. Ve sonunda bir şafak vakti yola çıkmış.
Kuyunun yanına vardığında, vezirin askerleri yakalamışlar Cansap’ı. Meğer Cansap takip altındaymış uzun süredir. Sarayda bekletmişler onu. Beklerken ölüp ölüp dirilmiş. Ama son pişmanlık fayda etmezmiş.
Şahmaran’ı altın bir tepside getirmişler. Başı gururlu ve dimdikmiş Şahmaran’ın. Cansap’tan başka kimseye bakmıyormuş. Gözleri sadece ve sadece ona kilitliymiş. Bir süre sessizlik olmuş. Ve sonra Şahmaran dile gelmiş…
-“Ben sana bu topraklarda Aşk ölümünedir demiştim. Ve zayıf olan ölümü hak eder. Benim zayıflığım sana aşık olmamdır maalesef. Sen bana, ben de yılanlara ihanet etmiş oldum böylece. Başımın suyu zehirlidir. Bilgi kuyruğumdadır. Ceza istiyorsan zehirimi iç.”
Bu sözlerden sonra Şahmaran oracıkta kesilmiş. İki ayrı kazan kaynamış. Zehir kazanı ve bilgi kazanı.
Vezir Şahmaran’ın sözlerini dinleyerek kuyruk suyunu dikmiş başına. Cansap ise ölümden başka bir şey düşünmeden zehir dolu tası içmiş.
Vezir, hemen yıkılmış, vücudunun her yerinden kanlar fışkırmaya başlamış.
Cansap, içindeki yangının azar azar söndüğünü hissetmiş ve yavaşça çıkmış gitmiş saraydan.
O günden beridir, o topraklarda , yoksul halkın arasında bir lokman hekim olarak almış yürümüş Şahmaran….
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
17 Mayıs 2007       Mesaj #913
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bir gün bütün duyguların içinde bulunduğu bir ada denizin içine gömülmek üzereymiş bütün duygular kaçıp kendini kurtarmaya başlamış. Kibir kayığına atlayıp kaçmaya başlarken, aşk demiş ki beni de yanına al kibir . kibir demiş ki alamam çok ıslaksın, aşk hemen zenginliğin yanına gitmiş demiş ki zenginlik benide yanına al, zenginlik demiş görmüyormusun kayığım hep altınla dolu, sonra aşk kötülüğün yanına gitmiş kötülük te ben hayatta kimseyi almam demiş . ve ordan birisi aşka elini uzatmış atla bakalım aşk demiş ve sonra hepsi bir adaya çıktığında aşk bilgiye sormuş bana kim elini uzattı, bilgi de demiş ki sana elini uzatan aramızdaki en yaşlı kişi olan zaman dı demiş peki neden kurtardı beni. Bilgi de aşka bakarak demiş ki; "ÇÜNKÜ SADECE ZAMAN AŞKIN NE KADAR BÜYÜK OLDUĞUNU ANLAYABİLİR. "
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
17 Mayıs 2007       Mesaj #914
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü.
Kendi kendine:
İçinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü.Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı.
"Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı.

Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı:"Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil.Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın" dedi.


Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla domuzun yanına koştu ve,"Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. Domuz anlayışla karşıladı ama,"Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol"dedi.

Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve , "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" dedi.İnek ;Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor." dedi.

Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı.

O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu.Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanınından
geliyordu.
Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu.Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti.


Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor,zehiri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının
ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu.

Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu.Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi. Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu kesti.Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki çok zehirliydi.Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü.
Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı.

Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi.

Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile karşı karşıya ise tehlike bir gün hepimiz içindir unutmayalım arkadaşlar...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Mayıs 2007       Mesaj #915
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şimdi tüm yağmur kuşları öldü....

Bir yerlerden okuduğunu biliyorum.NEden bunu yaptın neden o yakut gözlü yılanın zehrini bir kez daha içime akıttın...
Anladım bir kez daha sen ne kadar hayatı sevmeye kalksanada hayat bir tutam acı bırakıp gidiyor gözlerine, yaşamın tozlu raflarında kalan bir şiir gibi yok olmaya yüz tutuyorsun.Yine ruhum isyanlara girdi,yine kendimi sokaklara attım umudun adını aramaya başladım gözlerime yaralı yağmur bulutlarını yükleyip tüm insanlardan ve senden nefret ederek acılarımı içime çeke çeke isyanın geçit vermez delhizlerinde boğdum kendimi...

Şimdi tüm yağmur kuşları öldü,artık sana uçmayacaklar ,acılar bir kez daha katar katar yüreğime inecek.Ben yine o yıkık sinemanın önündeki afişie bakıp bakıp ağlayacağım.Ve ömrüm duvar diplerinde damarlarıma zehiri alarak geçecek...
Her öksürüğümde ellerime kan düşecek ...Senden nefret ediyorum artık anlıyormusun...

Yağmurun düştüğü penecereme birde gözyaşlarımı ekleyeceğim ,yazmayacağım artık adını o yaralı yağmurların ıslattığı penecereme ...Canım çekiliyor anlıyormsun oysa ben seni boyacı bir çocuğun kazandığı parayla annesine ,anneler gününden aldığı hediyenin coşkusu kadar sevmiştim...Ben senin yirmi beş yaşımda gözümde intihar bulutları dolanırken sevmiştim...Ben seni anne özlemi çektiğim bir günde sevmiştim..Ben seni sevmiştim...

Duvarları yumraklayacağım dumanlanıp dumanlanıp ,ellerim kanaycak kan revan içinde kalcağım ama biliyorum ki ellerim değil yüreğim acıyacak...Gözlerime yüklediğim o hüzünle dolaşcağım ,hayata bir hüzünün penceresinden bakcağım canım çekilcek bir park köşesinde yalnızlığımda hıçkırıklarım boğacak ve sen ellerimden tutup ne olur ağlama diyemeceksin..Gözlerimde ki yıldızları silmeyeceksin..sSım sıkı bağrına basmayacaksın...Ben hep yalnız kalcağım...
Gitmek kolaydır her zaman her gidiş bir hüzün bırakır o hüzünlerden değil mi bu acılar....
İlk annemden nefret etmiştim,beni doğduğumda bırakp gitti diye ne tuaf değil mi bir insanın ilk nefret ettiği insanın annesi olması ..Ondan sonra tüm kadınlardan nefet ettim..

Şimdi sendende nefet ediyorum...BEN BİR BAŞIMA SENSİZ DE İSTANBUL DA BEYOĞLUN'DA BİR OTEL ODASINDADA ÖLMEYİ BİLİRİM...
MaLiNBeR - avatarı
MaLiNBeR
Ziyaretçi
18 Mayıs 2007       Mesaj #916
MaLiNBeR - avatarı
Ziyaretçi

yürüdü ve düşündü..
Bıyıkları yeni terlemiş iki delikanlı geçti yanından..

Biri ötekine:

--hayatın anlamı nedir-- diye sordu..

Şaşırdı..hayatın anlamını düşündü..yürüdü..

İki genç kız geçti yanından bir ötekine

–Onu aldatıyorum işte,aşk dediğin eskidenmiş—diyordu..

sahi aşk dedikleri neydi...eski neredeydi ne zamandı ve nasıldı…

dudak büktü.. aldatanı düşündü,aldatılanı ;

yürüdü..

köprüden geçti...sağa baktı..sola baktı…

binalara,insanlara,dolmuşlara...

Yol-kıyısında bir meyhane önünden geçti..

içerden duyduğu hüzünlü şarkı ağlıyordu..

--Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş,Tanrı istemezse insan ölmezmiş>

Tanrı’yı düşündü..kullarını..ve içerde talihsizliğiyle aynı masada oturan adamı..daldığı kederi,düşündü..yürüdü..

5 yaşlarında gamzeli bir kız çocuğuna rastladı parkta..

gamzesi bana gülümse diyordu..

Annesine –anne çiçekler hiç konuşur mu—dedi

Annesi—konuşmaz kızım

Çocuk---ama bu sarı çiçek bana benimle oynar mısın deyip duruyooor-dedi..

Gülümsedi çiçeğe,

çocuğa gülümsedi..yürüdü..

Şehreküstü istasyonunda bir dilenciye rastladı..

Dua ediyordu dilenci para verene

--Allah sevdiğine kavuştursun— diyordu

Bir sevdiği olmuştu eskiden..fakat şimdi kavuşulacak biri var mıydı..düşündü..boş verdi para vermedi, yürüdü..

Ön koltukta oturan kadın,yanındaki adama

--bu ay kirayı vermezsek ev-sahibi bizi kapı dışarı eder

Ayşe nin dershane taksitini de yatıramadım..

Yeter artık dayanıyorum Kamil,iş bul.—

Pencereden baktı…orada yoksul bir evin zayıf ışıkları…

Geçim sıkıntısını düşündü,ekmek derdini,yoksulluğun yurt edindiği gecekonduları..

İstasyondan çıktığında bir adam ötekine –a partisi barajın dibinde kalır görürsün—diyordu..

A partisini düşündü..barajları..barajların altından akan suları..ve o barajlarda yüzen balıkları..düşündü ve yürüdü..

Evine giden sokağın başındaki cami köşesinde biri bastonlu öteki bastonsuz ve sakallı; iki ihtiyara rastladı...önünde ağır aksak yürüyorlardı..

--ölürsem beni memleketime gömsünler diye vasiyet ettim

Mezar taşıma da şunu yazsınlar..

<-Geldim..dolaştım dünyayı..yürüdüm..ağladım…güldüm…düşündüm..

Mutluydum kimi..kimi mutsuz…-bir bulut gibi gelip geçti- her şey..

Bir ara uyandım uykudan..bir cırcır böceğinin cırıltısıydı tek duyduğum..--->

Yürüyüp geçti iki ihtiyarı…

Anahtarı yerleştirdi kapı deliğine itti ve çevirdi..

Kapı açıldı..içeri girdi..uzandı yatağına..kumandaya bastı..

Vivaldi nin –dört mevsim--i dolaştı ruhunda..

bir cıgara yaktı..

Üfledi gri dumanı..

hayatın anlamına...aldatan kadına..meyhane köşesindeki kula…

gamzeli kıza..

dua eden dilenciye…İşsiz Kamil’e..bastonlu ihtiyara..

ve o gri duman halkası yükseldi yükseldi..tavana dek yükseldi…

sonra ansızın kayboldu ..
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Mayıs 2007       Mesaj #917
arwen - avatarı
Ziyaretçi
sevginin ay ışığı


Cok cok eskiden yesil bir vadinin icinde bir irmak kiyisinda kurulu bir köy varmis dünyada, taa dünyanin öbür ucunda. Cok eski dedik ya, o zamanlar gündüzleri pek günesli gecermis, yagmur yagmadikca; geceleri hep yildizli olurmus, bulutlar olmadikca. Koy sakinleri tarimla ugrasirlarmis, hayvanlar avlarlarmis ucsuz bucaksiz arazilerinden, sularini kaynagi cok uzakta olan, köylerinin icinden gecen, irmaktan alirlarmis. Köyde herkes birbirini sever, sayarmis. Köyde bir tek kisinin kalbinde öyle büyük bir sevgi varmis ki bütün köyünküne bedelmis; Dolunun Intera'ya olan askiymis bu. Kiz Dolun'u bilirmiste tanimazmis yakindan. Dolun dayanamamis bir gün gitmis kizin yanina. Sormus Intera'ya onunla evlenip evlenmeyecegini. Intera demis ki Doluna: "Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim coktur, her gelen kisiden ayni seyi ister benim babam. Ancak babamin bu istegini yerine getiren benimle evlenir. Dolun sasmis; "Sensin benim kalbimim sahibi" diyerek baslamis sözüne "Senin dilegin benim icin bir emirdir, söyle istegini hemen yapayim" demis askina. Intera demis ki: "Bir cicek vardir yapraklari gümüsten tomurcuklari elmastan, onu ister babam benle evlenecekten". Dolun; "Bekle beni" demis Intera'ya, "hemen gidip getireyim o cicegi ama nerededir yeri ?" Intera parmagiyla göstermis akan irmagi "Iste bu irmagin kaynagindadir der babam, kirk gün yürümek gerekirmis oraya varmak icin ama bir giden bir daha gelmedi simdiye dek cünkü oralar büyülüymüs derler, giden geri gelmezmis cünkü buralardan cok daha güzelmis oralar. Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki bu dünyada" demis Intera'ya "Dönecegim, o cicekle, dönecegim cünkü seviyorum seni, cünkü sensiz anlami olmaz benim icin o güzelligin". Dolun cikmis yola sonra. Kirk gün yürümüs irmagin yanindan. Hep ne kadar sevdigini düsünmüs Intera'yi yol boyunca. Tek aklindaki Intera'ymis, tek amaci ise o cicek. Kirkinci gün kalkmis Dolun sabah erkenden, yüzünü yikamis irmaktan, anlamis ki cok yaklasmis kaynagina irmagin suyun serinliginden. Devam etmis yoluna sonra. Biraz sonra varmis kaynaga, bütün yesilliklerle cevrili bir göl varmis kaynakta, gölün ortasinda bir adacik, adacigin üstünde de o cicek duruyormus. Anlamis Intera'nin anlattigi cicek oldugunu güzelliginden. Yüzmeye baslamis adaya dogru hemen. Adaya cikinca karsisinda bir adam belirmis Dolun'un. Adam Doluna: "Her gülün bir dikeni, koruyucusu, oldugu gibi bende bu cicegin koruyucusuyum, eger almaya geldiysen ben, Salut, izin vermem buna" demis. Dolun saskin ve de kararli bir tonla; "Ben o cicegi alacagim sonra askima kavusacagim" demis "Hic bir sey beni kararimdan ceviremez". "O zaman beni biraz dinleyeceksin" demis Salut "sana neden koparmaman gerektigini anlatacagim, eger hala ikna olmazsan o zaman izin veririm almana". Dolun ikna olmus ve cökmüs yoncalarin üstüne, baslamis dinlemeye... "Eger bir seyi cok fazla istersen ve engelin yoksa önünde onu alirsin, hayatta böyledir, insan engelleri asarsa yasamina devam edebilir. Bu cicekte sadece yasam icin bir seyler yapacaksan engelleri kaldirir önünden cünkü onunda bir gorevi var, bu cicek sadece 28 gecede bir acar yapraklarini ve döker parlayan tohumlarini göle, bu sayede buradaki sular yukselir ve irmaktan tasar gider zamanla. Bu irmak sayesinde yasar bu dogadaki yesillikler, insanlar, hayvanlar." demis Salut. Dolun baslamis düsünmeye, eger cicegi koparirsa kavusacaktir sevdigine ama kuruyacaktir irmaklari bunun yaninda. Sonunda cicegin basina cöker kalir Dolun. Gümüs yapraklarinda kendini görür Dolun cicegin. Yaninda Intera vardir ama niye mutsuzdur ikiside. Aslinda kalbindeki tek endiseyi görür Dolun. Zaman gectikce Dolun'un düsünceleri yogunlasir kafasinda. Mutsuzlugunu düsünür, ciceksiz Intera'siz bir yasam düsünür. Koparamaz cicegi günlerce. Dolun artik yasamaktan zevk almaz sekilde sadece askini düsünerek beklemeye baslar olacaklari. Bir gece cicek tohumlarini birakirken göle bir tomurcukta Dolun'un sertlesmis kalbinin üstüne düsmüs, aniden Dolun kalbindeki askinin büyüklügü kadar kocaman bir tasa dönüsmüs, tas o kadar büyükmüs ki dünyaya sigmamis gökyüzüne yükselmis ve Dünya'yla dönmeye baslamis. Böylece Ay olmus Dolun'un kalbi Dünya'ya. O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermis Dolun kalbinin tüm yüzünü, askinin bütün pariltisini digerlerine; sadece o gecelerde aydinlatmis Dünya'yi, ayni cicek gibi...
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
18 Mayıs 2007       Mesaj #918
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Bir Genç Kızın Hikayesi
Yeni ders yılı dönemi başlamış, genç kız okulun ilk günü heyecan içinde yola koyulmuştu. O’nun için okul, baskıcı ailenin özgürlüğünü kısıtlayamadığı, tüm sorunları unutturan bir kaçış yolu ve ayrı bir dünyaydı. Okul döneminde hafta sonu tatillerinin bile gelmesini istemezken, o koca sıkıcı yaz dönemine dayanmak ne kadar da zor gelmişti. En çok da en yakın arkadaşları Müjde ve Meltem’ i özlemişti. Önceki yıl ders seçimlerinin farklı olması nedeniyle Müjde ‘yle sınıfları ayrılmıştı. Yine de ders aralarında hemen birbirlerinin sınıflarına koşarlardı. Okul kapısına geldiğinde onlarca arkadaşı O‘nu kapıda bekliyordu. Hep sevilen ve aranan biriydi. Kapıda uzun uzun kucaklaştılar. Kalabalıkta tanımadığı bir erkek dikkatini çekti, Müjde hemen okula yeni gelen sınıf arkadaşıyla O’nu tanıştırdı. Çok hoş bir çocuktu. Birbirlerinin gözlerine bakakaldılar. Kızın pek hissetmediği duygulardı bunlar. Etrafın alayıyla kendilerine geldiler. Erkekler ‘oğlum sen bu kıza heveslenme, o kimseye bakmaz! ‘ diyerek çocuğu iyice utandırmışlardı. Daha sonraki günlerde çocuk bir dakika olsun kızın peşini bırakmıyor, çıkmaları için yalvarıyordu. Kız da ailesinin tavrından korktuğu için bu tür teklifleri hep reddetmişti. Sonunda hisleri, yakın arkadaşlarının ısrarları ve görüşmelerine yardımcı olacakları vaadleri ilk kez bir çıkma teklifini kabul ettirmişti. Küçük bir kaçamakla bir cafede buluşmuşlardı. Ardından hiç doyamadıkları uzun telefon sohbetleri… Ders araları birbirlerine koşmalar ve hiç vazgeçemedikleri okul bahçesindeki ağaç altı… Kızı bu ilişki heyecanlandırdığı kadar korkutuyordu da… Arkadaşlarının desteklediği oyunlarla dışarıya çıkmak için bahaneler yaratıyor ve erkek arkadaşıyla buluşuyordu.
Bir hafta sonu arkadaşlarından birinin yaş günü partisi yapılacaktı. Ne yaptıysa gitmek için izin alamamıştı. Arkadaşlarının çabaları da sonuçsuz kalmıştı. Müjde ve Meltem teselli etmeye çalıştılarsa da faydası yoktu. Yanlarından aksi bir tavırla uzaklaştı. Erkek arkadaşı ve diğer arkadaşları yaş gününde eğlenirken O yatağına uzanıp, acı bir şiir yazmıştı. Hafta başı okula geldiğinde erkek arkadaşı her zamanki gibi O’nu kapıda beklemiyordu. Sınıfına doğru gitti. Soğuk bir tavırla karşılanınca hüznü bir kat daha artmıştı. Tabi ki haklıydı çocuk, hiçbir erkek telefon konuşmalarıyla yetineceği bir ilişki istemezdi. Müjde ve Meltem’in davranışları da tuhaftı. Onlardan da aksi tavrı için özür diledi.1, 2 gün süren durgunluktan sonra erkek arkadaşıyla tekrar eskisi gibi olmuşlardı.
O hafta sonu arkadaşlıklarının 3. ayı dolacaktı ve aynı gün yapılacak okul partisine denk geliyordu. Kız artık oraya gidebilmek için günlerce izin almak için uğraşmış ve sonunda amacına ulaşmıştı. En sevdiği kırmızı kıyafetini giymiş ve yola koyulmuştu. Partinin yapılacağı salona girdiğinde sırayla bütün arkadaşları koşarak O‘nu öpmüş ve geldiğine ne kadar sevindiklerini söylemişlerdi. Erkek arkadaşı hemen gelip elini tutmuş ve kız kendini pistte dans ederken bulmuştu. Hiç bitmeyecek güzellikte bir rüya gibiydi herşey. En sevdikleri Sezen şarkısı çalıyordu. İçinden ‘galiba bu aşk’ diye düşünürken gözleri Müjde’ ye takıldı oturduğu yerden onları seyre dalmıştı. O anda Meltem’ in Müjde’den farklı bir yerde oturduğunu farketti.O ana kadar hiçbir ortamda ayrılmamışlardı. Meltem’e tekrar baktı ve O’nun dolu dolu gözlerini gördü. Herkes kendisine acı bir ifadeyle bakıyordu. Neden? Ne olmuştu? Erkek arkadaşının yüzüne baktı ve anlık bir önseziyle, ‘O günkü yaş günü partisinde ne oldu!’ dedi. Çocuğun yüzü bembeyaz kesildi ve ‘ Hiç!’ dedi. Evet bir şey olmuştu, dansı bıraktı, kollarını iki yana indirdi, duymaya korkuyordu ama ısrarla ‘ söyle!’ dedi . ‘Hiçbir anlamı yoktu ben seni seviyorum.’ diye cevap vermişti çocuk ‘kim söyle’ diye bağırdı kız.
‘ Müjde!’
Gerisini duymamıştı, duyamamıştı… Kulaklarında sadece ‘Müjde ‘ yankılanıyordu. O an hiç bitmeyecek güzellikte olduğunu düşündüğü rüya işte bir kabusa dönüşmüştü. Dışarıya doğru koşmaya başlamıştı, sadece koşuyor yoluna çıkan ağaç dallarını, çiçekleri elleriyle savuruyordu. Yine o hiç değişmeyen soru beynine yerleşmişti. Neden? Durdu ve bir banka oturdu. O anda kolunda bir acı hissetti, baktığında 3 tane derin yara izini gördü. Savurduğu güller kolunu yaralamıştı. Kanı kırmızı kıyafetine karışmıştı. 3. aya 3 yara izi, ne kadar da anlamlıydı!? Kalbi acımak buymuş demek ,içi acımak… Yanına gelen Meltem ağlayarak yaş gününde Müjde’yle kızın erkek arkadaşının uzun süre dans edip daha sonra uzun süre bir odaya kapandıklarını anlatıyordu. Çocuğun daha sonra birlikte olduklarını itiraf ettiğini, pişman olduğunu ve kıza olanları kendisinin anlatması için Meltem’e yalvardığını anlatmıştı. Ama ne O, ne de Meltem bunu nasıl söyleyeceklerini bilememişlerdi .Meltem ‘Affet beni söyleyemedim! ’dedi.Tüm arkadaşları uzak bir köşede onları izliyordu. Çocuk ve Müjde yaklaştı. Konuşmaya başladıkları anda kızın kolundaki derin yaraları fark ettiler. Kız, koluna panikle uzanan çocuğun elini iterek gözyaşları içinde ‘Umarım bu üç çizgi hayatım boyunca geçmez ve her baktığımda bir daha hiç kimseye güvenmemem gerektiğini hatırlarım’. Müjde’ya döndü ve ‘tabi ki bu dost kazığını da’ dedi ve Meltem‘le birlikte oradan ayrıldılar. O gün o yaranın bir işaret olduğuna inanmıştı .
Sonraki günler çok daha zor geçmişti. Kızın hayatında en çok değer verdiği iki insanı sonsuza dek silmesi hiç de kolay olmamıştı.Çocuk her akşam evinin önünden geçiyor, balkonuna güller atıyor, durmaksızın arıyor, kızın ders aralarında defterlerinin arasına sevgi ve pişmanlık dolu mektuplar bırakıyordu. Ama artık hiçbirşeyin anlamı kalmamıştı. Kız o dans ettikleri şarkılarını defalarca dinleyip her defasında kendisine unutmaya söz vermişti.Ve bitti! ...
Yıllar sonra bir dost kazığı daha yedi kız. Bir acı darbe daha. Dostuyla paylaştıkları her şeyin koca bir yalan olduğunu anlamıştı. Yine aynı kalp acısı. Kolunu anımsamıştı, 3 çizgiden biri hafifçe kaybolmuş diğer ikisi ise hala belirgindi.’Evet’ dedi, ‘bu da ikincisi.’
Kız bu yaşadıklarından dolayı insanlara küsmedi. Dostluğun ve güvenin değerini daha çok anladı. Belki bir sepet elma almıştı ve ikisi çürük çıkmıştı.Ama hala diğerleri sağlamdı. Üzüldüğünde,sıkıntılarında hep yanındaydılar gerçek dostları. İnsanlara güvenmekten,onları sevmekten hiç vazgeçmedi. Ama hala kolunda 3. bir iz olduğunu da unutmadı!

Ve hala o şarkıyı duyduğunda gözyaşlarını tutamaz!

MaLiNBeR - avatarı
MaLiNBeR
Ziyaretçi
18 Mayıs 2007       Mesaj #919
MaLiNBeR - avatarı
Ziyaretçi
Kartanesinin Düşü


Ney çalar rüzgara nazire edercesine
Vurur ağacın gövdesine gövdesine
Dallar eğilir,hüzün basar
Yaprakların yüzüne.
Tek tek başlarlar,dallarından düşmeye

Ağaç ağlayarak..
Nicedir düşüşün? der yaprağa

Yaprak:
İçimde segah eşlik ediyor yarama

Ağaç boyun büker
Ey yaprak bilmezmisin ki
Canıma can veren o dur
Birgün yokluğunu düşünmek beni vurur

Yaprak:
Ağacın alasısın neden ağlarsın
Gözyaşın bilmezmisin beni ezer
Tutunamam sana kollarımın çektiği yeter

Ağaç içlenir daha bir yanarak;
Belleğim kanar saklarım
Değmesin rüzgar sakınırım
Daha bir sıkı sarılmıştım toprağa
Bilirim ki toprak
Ayaklarımın altından kaymakta...

Yaprak:
Tutun ey ala ağaç
Güneşi hep hissedersin
Kışın sonu bahardır dersin
Avuçlarında yakarsın ateşi
Közünü savurursun deli deli
Külünden doğarsın belli
Umut ekmeğin değil miydi?

Ağaç..
Yere serer yüreğini
Bakta gör der çektiğimi
Oturtmuşum içine bir kara
Bakma sen dik durmama
Gün gelecek..
Karışacağım lodosla poyrazlara
Çürüyüp gideceğim yalnızlığımla
Gün gelecek tutunacağım
Birikecek dermanım
Yeniden kartanesi olacağım..
Dağların doruklarında donacağım..

Kartanesinden ağaç gördün mü?

Uzaktan bir ses araya girer:

Kar tanesine benzetirmiş kendini ürkek,korkak
der ve devam eder..
Yere düşünce birleşmesi imkansızdır tanelerle
Yerin,tenine dokunana kadar umutları bitmezmiş
Değdiğindeyse elveda dermiş..
Birgün yine böyle
Korkak ve ürkek tek başınayken
Yüksek bir dağ tepesi gözüne ilişmiş
Burası karlı ya tutar beni demiş.
Sevinmiş..
Dağ kucak açmış,sarmış sarmalamış.
Sevmiş..
Arada kükrermiş dağ isyan edermiş
Güneşi görünce yüzünü dönermiş
Kar tanesi hüzünlenir,başını eğer beklermiş.
Dağ karalığının ardından
Apak elleriyle dayanamaz karlanır kartanesini beslermiş.
Kartanesi dağı canı bellemiş,
Yüreğini dağın doruklarına sermiş.

An gelir,
Çınar ağacına da benzetirmiş kendini,
Maziyi andıkça ayakta ölmek yakışır bana dermiş.
Dallar vermiş uzanmış,
Çınar ağacı verdikçe yaprak döker olmuş.
Tek yaprağı kalmış dalında sımsıkı tutunmuş,
Birden bahar gelmiş,
Çiğdem,menekşe kıskanır olmuş yaprağın güzelliğini,
Heybesinde saklar olmuş düşlerini,
Düşleriyle yaşamaya başladıkça çınarda dirilmiş.
Yeni yeni dallar yapraklar vermeye başlamış.
İşte!
Sen de böyle doğmuşsun yaprak der.

Zaten kartanesiydi,kartanesinden ağaç gördünmü?

Ağaç susmuş.
Gözlerinden kara baldıranlar boşalmış.
Yer gök pusmuş..kızıl şimşekler kopmuş
Koca çınar ufalmış ufalmış,
Son bir umutla ardına bakmış
Yaprak ayaklar altında kalmış.
Ağaç feryat etmiş acılarım ayak altı değill!
Uzatmak istemiş ellerini nafile
Bedeni çekmiş geriye
Ecel gülümsemiş tenine.




^^Bir gönül severde bir gönül sevmezse ızdırap olur.iki gönül
birden severse mutluluk olur.Mutluluğun önünde engel var ise
ulaşılması zor olur.Engeller aşılırda,mutluluğa ulaşılırsa
işte o mutluluk KUTSAL OLUR.^^
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
18 Mayıs 2007       Mesaj #920
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Özürlü ihanetler
Hiç uyumamış, sabaha kadar beşik sallamışçasına yorgun uyandım bu sabah. Her yanımda bir bitkinlik, kırgınlık, ağzımda acı bir tat, yüzüm en az yatağın üzerinde toplanmış nevresim kadar buruşuk ve yastık kadar sert. Dinlenmek için yatağın kenarına oturan biri gibiyim. Uyku denilirse adına bölük pörçük uyuyabildim. Onca ağır yükü halen omuzlarımdan atamamış olmanın sıkıntısıyla kendime gelmeye çalışıyordum. Bir anda havlayan bir köpeğin sesi ile irkildim yatağın kenarında. Komodinin üzerinde duran gözlüğümü takıp, cep telefonumun saatini görmeye çalıştım uykuya direnen göz kapaklarımı zoraki açarak. Altı mıydı yoksa dokuz mu? Sanmam geç olduğunu vaktin, çoktandır hiç bu kadar demli bir yalnızlık yaşamamıştım. Üzerimdeki ağır yükü zehir zıkkım acılardan kısa sürede üzerimden atmanın o kadar da kolay olamayacağını düşünerek kalktım yerimden.
Evin içinde bir ses aramaktaydım kendimden başka kimsenin olmadığını bile bile. Bir soluk, yaşayabileceğim kadar bir nefes arıyordum kendime. İçimden "hayır" dese de bir ses, birini aramam gerektiğini düşünüyordum.
Aradığım ses henüz uyanmamıştı. Benim dışımdaki dünya yoksa uykusuz bir geceyi sabahın son birkaç saatine mi sığdırmaya çalışıyordu? O güçlü ses uykusundan halen uyanamamıştı.
Ağırlaşan yorgun bedenimle banyoya doğru seğirttim. Suyun canlılık ve ferahlatacağından emindim. Saçlarımı ıslak ellerimle düzelttim. İçimdeki yorgun acıların dışımda görünmez bir hal alışı sevindirdi beni.
Güzel, dedim, içim dışıma yansımamış, yoksa ayna mı yalan söylemekte? diye söylendim öylesine. İyi olduğumu ve düzelmeye başladığımı ayrımsadım. Savaş biteli aylar olmuştu ama halen kendime gelememiştim. İçimdeki savaşla anlaşma yapmıştım geçen sene, ateşkes belki de, belki de boş vermişlik. Kendimi mağrur, onurlu ve güzel buluyordum aynanın karşısında. Ukalalık etmiyorum, gerçek bu, oysa yolun yarısını çoktan geçmiştim. Acılara ya da yaşadığım strese mi borçluyum bedenimin gençliğini, yoksa umut dolu bir ruha mı? Anlayamadım gitti kafamdaki kendi hakkımda yarattığım bu ikircikli durumu.
Radyonun düğmesine dokundum. Geceden suyunu koyup ocağa koyduğum çaydanlığın altını yaktım. Bir de karpuz, bir iki dilim peynirle. "Nazlı yar gitti elimden," çalıyor emektar radyomda. Türkü bitince fark ettim mırıldandığımı. Kimdi nazlı yar? Anlayamadım gitti kimin nazlı olduğunu. Ben mi? Ne nazı? Kime naz edecektim? Kim çekerdi kimin nazını bu hayatta? Hele ben de bu şans varken!
Açtım gardırobumu, serseriler gibi, kimin hakkımda ne diyeceğine aldırmadan giyinmek istedim, ama hayır dedim. Sonra "hayır" ve "evetleri" çıkardım belleğimden. Üzerinde bordo yaprakları olan, güllü dallı, dizimi iki parmak örten eteğimi giyindim, üzerine de siyah, kolsuz bir gömlek, göbeğime kadar uzanan siyaha çalan küçük irilikte inci kolyemin ucunu düğümleyerek taktım boynuma. Bir de kulağımın deliğini kapayacak büyüklükte inci küpeler... Saçlarım dümdüzdü. Salıverdim özgürce, olmadı, dedim, toplayayım bu sıcakta saçlarımı; halka şeklindeki lastikli kareli kumaştan dikilmiş bağla toparladım taramadan. Bazen dağınıklıkta da fayda var, diye düşündüm. Yüzümü daha ortaya çıkardım, dingin, rahat görünmem beni mutlu ediyordu. Kapının önüne salıverdim kendimi koşar adımlarlarımla. Sahi yıllardır en iyi dostlarım neydi? Emektar modası geçmiş arabam ve çevirdiğimde ses verebilecek bir cep telefonum. En büyük sırlarımı paylaştığım iki dosttum. Dost/teknoloji ne kadar iki dost olabilirse işte öyle bir dostluktu benimki de. Göz yaşlarım az süzülmedi yanaklarımdan arabamın direksiyonunu bir alana kıvırdığım yaşamımda. Tozlu tepelerde ıslattığım, dikiz aynasından kendime baktığımda göz yaşlarımın bana nasıl da yakıştığına bakar şaşırırdım. Bunlar geçmişimin arabamla bana kazandırdığı en büyük dostluktu. Cam sileceklerini çalıştırarak, haykırarak, ağlamak güzeldi camları kapadığım kış akşamlarında.
Beyaza boyatılmış demir parmaklıklı işyerimin giriş kapısını kullanmayalı neredeyse aylar olacaktı. Savaş bitmiş hasara uğramış olan ön kapıdan girmek imkansızlaşmıştı. Arka kapıdan yeşil çiçekli terasımdan ayaklarım beni ofisime taşımıştı adım adım.
Sekreterim Canan: "Günaydın, Nasılsınız?" diye içten gülüyordu her zamanki güleç yüzü ile. Cumartesinin keyfini geç gelerek tatmak istedim. Oysa her gün sabah sekizde işime damlayan ben, o gün ağırdan almıştım günü. Yöneticiliğin keyfi mi dersiniz? Kahverengi masamın rengine uysun diye üzerine rahibe işli beyaz bir örtü yaymıştım. Lekesiz örtülü masamın üzerinde ona bakmamı ısrarla tavsiye eden elli santimetre çapında bir ekmek selesi içine tanzim edilmiş zıt renklerin donattığı bir sepet kurutulmuş çiçek. Boyanmış buğday başakları, iki farklı tonda kurutulmuş güller, aralarına serpiştirilmiş, dağlardan kopartılarak kurutulmuş otlar. En ortada dikenli yaban çiçekleri bordo renge boyanmış. Küçük, beyaz organizeden yapılmış kır çiçekleri, beyaz ve kahverengi karışımı hasır bir ekmek sepetinin içine yerleştirilmiş olması güzeldi. Jelatinle paket edilmemişti kır çiçeklerinin üzerine, sade bir kart ilişti gözüme, "saygılarımla" yazıyordu. Alttaki isim yabancı değildi. Soyadını unutmuştum ama, adı ilginç olduğundan afalladım birden, yıllar önce ne yaptığımı bilmeden girdiğim bir duygusallığın intikamı mıydı yoksa? diye geçirdim içimden. Eğer ki bugün, bir tercih yap deselerdi, ne mi yapardım? Bilmem ki? Kör olasıca "aşk" derdim sanırım. Sevginin ardı sıra sürünürdüm süründüğüm gibi şimdilerde. Yapay çiçekleri sevmediğimi unutmayan, kurusa da doğallığa hayranlığımı anımsatan yirmi yılın ötesinden bir adam beni bana yargılatmaya mı çalışıyordu yoksa? Sanmam, öyle biri değildi? Ona ihaneti ben yapmıştım, hem de bile bile. Gençliğime vermeliydin. Seni insan olarak sevmiştim. Senin sevginin dostluktan, insanlıktan öte bir sevgi olduğunu biliyordum. Unutamadığım bir sözün, "iyi yaşadım her şeyi, isteğim, bir köşem olsun senle" deyişini, boğazımdaki düğümle anımsamaktayım dün gibi. O gün koşullarında kaliteliydin ama, "aşkın gözü kördür" tabiri ile yok etmiştim geleceğimizi. Belki yaşanması gerekenlere borçluydum tüm bu olanları. Yazgı işte, anladığım tek kelime, ötesi yok.
İhanetimin bedelini yaşam ödetti bildiğin gibi sevgili Onur. Geçte olsa, adalet de doğrularda yolunu buluyor. Peki sen? Nasılsın? Demeyeceğim. Anladım duygularını, ellerime dokunan kurutulmuş çiçeklerin arasından kartını çıkardım, yüreğimden gelen acının burukluğu ile kartı yırttım. Sigaramdan içli bir nefes çektim. Beynimde, sabahtan kalan bir şarkının sözleri dolanıp duruyorlardı. "Nazlı yar gitti elimden." Kimdi nazlı yar? Terk eden mi? Terk edilen mi? diye yanaklarımdan yaşlar boşanıyordu. Güçsüz değildim? Sahi neden ağlıyordum? Bir bilseydim nedenini? Oysa ben, "Kendimi üzen her şeye hayır diyecektim," değil mi? Peki neden ağlıyordum. Neden göz yaşlarıma "hayır" diyemiyordum, neden? Sevgi var yüreğimde her şeye rağmen, insanım, diye düşünüyorum onca yaşadıklarım adına. Zehir gibi yaşamın ihanetine, özürlü çocuğun için akıtıyorum bu göz yaşlarımı bütün özürlü ihanetler adına sevgili Onur. Zehir gibi ihanetlerin inkar edildiği, zeki, kimsesiz çocuklar için akıtıyorum göz yaşlarımı gecenin bu kuşluk vakti zamanında. Aslında insanlık için ağlamakta yüreğim insancıklar arasında.
Nafile

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat