Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 86

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 548.956 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mayıs 2007       Mesaj #851
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dudakla Bardak Arası

Sponsorlu Bağlantılar
Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, bir gün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala ;
- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı hiç bir zaman içemeyeceksiniz ki! deyivermiş.
Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış.
Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de dahil herkesin toplanmasını emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış. Şarap bardağını eline alarak:
- Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiç bir zaman içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin ? diye sormuş.
Köle şöyle cevap vermiş:
- Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem!
Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş. Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırmalış. Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş. Kral ve domus arasında öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi dişleriyle, Sisam kralının karını yarıp ölümüne sebep olmuş.
Kral bostanda, bardak masada kalmis

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mayıs 2007       Mesaj #852
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Bir Çiçek Sapı
Sponsorlu Bağlantılar


Çocuk parkındaki bankta, yorgun gözlerle etrafına bakınıyor dul kadın. İri gözlüğünün camlarından biri çatlamıştı. Bakışlarında geleceğini tümüyle yitirmiş bir umutsuzluğun resmi vardı sanki. Kendisini izlerken, bana ait olmayan bir mektubu okuduğunu düşündüm birden.
Yanına gittim, “Nasılsın teyzeciğim?” dedim, şaşırdı. Hemen toparladı kendini. “ İyiyim evladım” dedi. Birbirimize gülüştük. Kısık bir lambayı aydınlattım sanki. Derin bir sohbete koyulduk. Eski zaman hikayelerinden şimdiki zaman zulmüne uzanan bir yolculukta kaldık.
“Bizim güzelliklerimizi faytonlar çekerdi evladım. Biz çiçek zenginiydik, sevda bereketiydik” dedi. Gerçekleri sağır uykusundan uyandırmak istemişti belki, sesi biraz yüksek çıktı. Etrafındaki meraklı gözlerin üzerimizde gezindiğin gördüm.
Kadının içindeki define sandığında bütün gözlükler duruyordu da, sevdasız balkonlardaki çiçekler kuruyordu galiba. Ayrı mevsimlerin kapısında doğmuştuk da, aynı dili konuşuyorduk. “Elmaya kurt girdi” dedi, eski günlere taşındı usulca …
Atatürk’ün öldüğü günü nasıl ağladığını anlattı. Ölüm hayatın süsü ama bizleri yaşarken öldürmek isteyenler için, bizler süs eşyası bile değiliz. Derin bir iç çekti. “ Bu insanlar göz göre göre kandırılıyor” diyerek başındaki şalı gösterdi. “Yıllardır başımdan bunu çıkartmadım. Ama onlar kardeşliği yoldan çıkarttılar. Komşuyu komşuya düşman ettiler. Görmüş geçirmiş bir kadın, dişini aydınlığa geçirenleri işaret ediyordu. Beti benzi kaçtı birden. Ağzının kuruduğunu hissettim. Su satan çocuğa işaret ettim., koşarak geldi. “ Buyur ağabey” dedi. “Bir bardak su lütfen” dedim. Suyu içirdim yaşlı teyzeye.
Derin bir nefes aldı. “Villalar aldılar, lüks daireler yaptılar. Benim oğlum çalışarak evine ancak kuru ekmek getirebiliyor” dedi. Gözlerimin girdabında birden Anadolu’nun kadınları canlandı. Onların halk sözleri içten sevgileri avuçlarıma doldu sanki. Halide Edip Adıvar, Nene Hatun konuşuyordu karşımda sanki. Konuştukları karşısında utandım. Utanması gerekenlerin yerinede utandım. “Herkes yüreğinden yola çıkmalı” dedi yaşlı kadın “Yoksa çok yakında bütün ışıklar kesilecek.” Elini uzattı bana
Elleri çatlamış incir gibiydi. “Benden geriye bir çiçek sapı kaldı” dedi. Gözlerini gözlerimin içine mıhladı. “Ama çocukları kurtarmalıyız” dedi ve usulca kalkıp yüzümü bir anne edasıyla okşayarak gitti.
O kalkıp gittikten sonra bankta beş dakika oturarak, bu kadar hayatı özümsemiş, üstündeki giysileri, konuşurken bir kale gibi duruşu ondaki asaleti sergiliyordu. Ben öyle hülyalara dalmışken geri dönüp “evladım yoksa bir sevdiğin mi var neden böyle düşüncelisin”? dedi. İçimi okumuştu sanki. Gözlerindeki bakış aşkın göreneğindeki kilimi dokuyordu. Unutamayacağım bir şey oldu. Yunus Emre’nin şu dizelerin mırıldamasın mı: “Ben giderim yane yane/ Aşk boyadı beni kane/ Ne akilem ne divane/ Gel gör beni aşk neyledi. O anda dilim dolandı, yaşlı teyzenin yüzüne bir süre bakakaldım. İçim ısınmıştı bir anne sıcaklığıyla yanına sokuldum. Sevgilim hakkında kısa bir bilgi verince bu sefer susmamı gerektirecek şu sözü söyledi. “Benim gönlüm saniyeyle sedefte senin gönlün dana ile gedekte”. Ben artık hiçbir şey söylemeden yanında uzaklaşmak istedim. Dost canlısı bu kültür bahçesi yaşlı kadını tanımakla hayata bakış tarzım değişti sanki. Herkesin giderek birbirine benzediği bir ülkede, otuz yıl önce karşıma çıkan yaşlı kadın bir deniz feneriydi aslında bana üniversite olmuştu. O günden beri ufkumda bana inatla öğretmen oldu.
Turan KAYIKÇI

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
5 Mayıs 2007       Mesaj #853
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

İstanbul valisi Muhittin Üstündağ, o gece Dolmabahçe Sarayı'nda Atatürk'ün sofrasında bulunuyordu. Vakit geceyansını epey geçmişti ki Atatürk uyumak için odasına çekilince vali de rahat bir soluk alacaktı. Atatürk İstanbul'a her geldiğinde onun güvenliğini sağlamakla görevli olan Üstündağ ölesiye yorgun düşüyordu. O yorucu gün ve geceden sonra Atatürk'ün sabaha değin uyuyacağından kuşkusu yoktu. Kendisi de uyuyabilir, biraz olsun dinlenebilirdi. Fakat bir-iki saat uyuduktan sonra uyanacaktı, acaba Atatürk güvende miydi? Gidip bir bakmalıydı. Usulca Atatürk'ün yattığı odaya gitti. Fakat bir de ne görsün, odanın kapısı açıktı. Hemen içeriye bir göz attı. Oda boştu. Koştu öteki görevlileri buldu, hep birlikte Saray'ı karış karış aradılar ama, Atatürk ortalarda yoktu işte!

Başkomutan, Gazi, Cumhurbaşkanı Atatürk neredeydi, nerede olabilirdi, hem sonra gizlice bir yere gitmişse Saray'dan nasıl görünmeden çıkabilmişti?

Olan şuydu:

O gece Atatürk, herkes uyuduktan sonra, başına bir kasket geçirmiş ve Saray'ın kapısından öylece çıkıp gitmişti işte. Kapıda nöbetçiler, şaşkınlıktan olsa gerek, hiç ses etmemişlerdi.

Gazi, artık kendisini içinde bir tutsak gibi gördüğü Dolmabahçe Sarayı'nın yüksek duvarları dışındaydı, özgürdü! İlk yapacağı iş de bir taksi çevirerek Beşiktaş'taki sabahçı kahvelerinden birine gitmek olacaktı...

Ama kahveci tanıyacaktı onu. Kaş göz işaretiyle öteki müşterilerinin dikkatini Atatürk'e çekecek. Sabahın o erken saatlerinde kahvede yalnızca balıkçılar bulunuyor ve çoklukla da Rum. Balıkçıların içinden birkaçı ürkek adımlarla ona yaklaşarak merhaba diyecekler ve onun orada olmasından ne denli onur duyduklarını söyleyecekler. Atatürk onlara kahve ısmarlayacak. Kısa sürede kaynaşmışlardır artık.

"-Eğer sizlerle birlikte olduğumu kimseye haber vermezseniz birlikte gezeriz, eğleniriz!"

Oradan hep birlikte doğru Boğaz'da Kireçburnu gazinosuna. Gazinoyu kapalı görünce sahibi uyandırılacak, masa kurulacak.

Bu arada vali en sonunda Atatürk'ün nerede olduğunu bulmuştu ama gördükleri karşısında şaşkınlık içinde. Atatürk, Türk ve Rum balıkçılar hep birlikte kasap oyunu oynuyorlar!...

Vali Muhittin Üstündağ, görevini yeni vali Lütfi Kırdar'a devrettiğinde yapılan törende bu olayı gazetecilere anlatırken bir ara şöyle diyecektir:

"-Ben Atatürk'e valilik etmiş bir adamım, Bunun manasını derhal kavrayamazsınız. Zira, Atatürk'e valilik yapmak, hiçbir vazife ve hiçbir devlet işiyle mukayeseye mütehammil olmayacak [karşılaştırılamayacak] ehemmiyette ve değerde bir iştir. Büyük Ata, ele avuca sığmaz, gönlü her arzu ettiği her işi hiçbir mani tanımadan yapmaya kalkışan yaramaz mizaçlı bir çocuktan farksızdı..."

Gerçekten öyle. Yeni açılan Topkapı Müzesi'ni şöyle kendi başına, yanında bir sürü insan olmadan, sakin sakin gezmek için bir sabah Dolmabahçe Sarayı'ndan hiç kimseye belli etmeden çıkıp da tramvaya atladığı o günde de, onun Saray'da olmadığı anlayan görevliler ne kadar da telâşlanacaklardı! Acaba Gazi denize düşmüş olmasın diye dalgıç bile getirtmişler, denizde arama yaptırmışlardı...

Müzeyi gezdikten sonra, bir taksiye atlayarak o sıra Şişli Çocuk Hastahanesi'nde yatmakta olan Sabiha Gökçen'i ziyarete giden Gazi'yi, bu arada Müze müdürü görevlilere telefonla haber vermiş olduğu için hastahanede bulacaklardı!

Özgürlük... Onun en büyük aşkı!... İsterse Saraylarda yaşasın gölünce davranamadıktan sonra neye yarar ki!...

"-Ankara'da dağ başında yaşıyorum. İstanbul'da saraya hapsolunuyorum..."

Ne ki, "Atatürk" olmak, bir bakıma kişisel özgürlüğünün kısıtlanması demekti:

"-Şöyle Karaköy'deki koltuk meyhanelerinde oturup halkın arasmda içmek, sonra aklına esince bastonunu alıp Avrupa'ya gitmek ne iyi olurdu. Bıktım bu resmî hayattan..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mayıs 2007       Mesaj #854
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DENİZ'İN MAVİ BOYNU



Bir basamak:
Önümde ne var hep bildim. Arkamı kollamayı bilemedim. Güneş esirgemezliği bu. Ayırmaksızın sevmenin bedeli. Toprak, yeşilin boy attığı yer değil ki sadece.
İnsanım ben baba, topraktan türkü yükselir bildim. Avucunda parçalanan tane, yalın bir geleceğin özlemi. Böyle bildim. Sorgu sual toprağa değil, toprağa ihanet edene.
Bilemediler baba. Yaşamak daha mı kolaydı sence?

İkinci basamak:
Burada durmalıyım.uzun bir soluk ama.ne kadar uzun. Zamanın göreceliğini zamanı kullanırken anlıyor insan. Ölüm yaklaşınca yaşamın değeri artıyor derlerdi inanmazdım.her ölüm erken ölüm diyor bazıları. Bazı ölümler genç ölüm bunu niye sormadılar baba.
Güneşi içerken karınca topraktan.gümüşi kanadını açarken bir deli kuş.kendini anlatamamanın ağır kederi erken inen karanlık gibi ranzaya.hayatın bir yolculuk anlıyorsun.
Gözlerimden başka sığınacak yer kalmamıştı.
Kırmızı bir bayrağın onurunu bizden başka taşıyan kalmamıştı.
Zorla mı sıkıştırdılar elimize. Asla. Biz de kaldırmazsak onu yerden toprak onursuz kalır ve yarın olmazdı. Gecenin penceresi hep açık kalırdı.
Beni esirgemek ölümden değil, hayattan olmalıydı değil mi baba?

Bir başka basamak:
Terliyorum, sadece terliyorum, güneş daha yaklaşıyor.
Basamaklar bitmese: Kısa yaşadığım için bana kızma.çok uzun sürecek bir onurdu yaşamı dersin.
Bitmeyen masal gibi. Beni görememenin acısı gönlüne bıçak gibi saplandığında.
Bazı ayrılıklar vuslattır baba.ben kavuşma diyordum. Kızma. Sırasız terk-i diyarlara yürüdüğüm için ömründen. Sevmediklerimi de esirgemeyi neden öğrettin.

...daha:
Baba yüreğim kanıyor bak, bunu ben istemedim. Onlar istedi. Onlar istedi diye de yapmadım. Ben istediklerimi yaptım, çünkü böyle gördüm senden.
Bir fotoğraf kalacak elinde biliyorum. Ne anlatır, hüzünden başka, artık nefes almayan birinin fotoğrafı. An, ne kadar saklı kalır bir yürekte. Son seveni de bakmaz olunca mı ölür fotoğraflar?
Ölüm haklı çıkarmaz biliyorsun.
Ölümsüzlük çok daha zor baba. Bunu öğretmedin.

Bir basamak daha:
Okuduğum bütün şiirler geçiyor şimdi aklımdan. Ölüme yaklaşınca hayatın geçer film şeridi gibi diyenlere bunu söylemek isterdim. Kendi yüzüm bu şiirlerin içinde geziniyor. En sevdiğim şarkıyı söylüyorum içimden. Birileri şimdi kahvaltı yapıyor diye düşünüyorum aile sofrasında. çocuğu bıçağı kirletti diye bir anne yüzünü ekşitiyor. bir kadın eteğini kaldırıyor bir başka şehvetli güneşin altında. Antartika’ da, Afrika’ da neler oluyor. Hindistan’ da daha kaç kadın ölecek sistem yaşasın diye. Ya bu topraklarda. Kaç türkü daha söylenecek zulüm adına. Türküler zulmün önünü kesmiyor, sadece anlatıyor baba...

Son basamak:
Var mı sahi son basamak. Asıl, bu basamaklardan inerken düşünüyorum kendimi ter içinde. Çıkarken döktüğüm terden daha çok ter içinde. Ellerimde değil terin yumuşak taneleri. gönlümde tek tek.dökülüyor. Yağmur sesi gibi geliyor kulağıma kendi terimin sesi. Sanki kırmızı kan ter taneleri. Yüzümü silmeliyim ama utanıyorum. Ölümün emeği terimden utanıyorum. Yukarıda bekliyor terimi silecek olan. Ebedi gençliğimi. Göz gözeyiz onunla.
Utançla bakışıyoruz. Ben ölümümü armağan ettiğim için ona, daha çok utanıyorum. Bunu fark ettiğini hissediyorum. Ömrümün son saniyeleri de bir utanç yarışı işte.
Halkım benden hep utanacak mı baba. Haksızlığa sesini çıkaramayan bir insan korosu Türkçe bir Requem söyleyecek mi bir gün papatyalara karşı. Ter içinde.
Kaçıncı ölümün kurban görüntüsüyüm acaba. Kendinden şüphe etmeyen kalbimin duruşu kendinden şüphe ettirecek mi sokaktaki birini. Yarın bir çocuğu. Kirpiğimdeki tek ter tanesi yanıtlıyor: Evet!
Umudum, korkumu öldürüyor. Kendimi hep yaşayacak hissettiriyor bana.ölümsüzlüğün bir başka sırrı olmalı giden için de kalan kadar. Bunu bütün bedenimde hissediyorum. Bedenim baştan sona hayat.nefesi dursa da hayat.

Hayata inanmayı ölürken de bilmenin huzuru şimdi ikimizin de gözlerinde. onun yanına gidiyorum.

Duruş: Deniz'in mavi boynuna geçirirken yuvarlak ipi: Elleri titriyor hayatın.



Yelda Karataş
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
5 Mayıs 2007       Mesaj #855
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Bir gece, kadının biri havaalanında bekliyordu.Uçağının kalkmasına daha epeyce zaman vardı. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp kendisine oturacak bir yer buldu. Kendisini kitabına kaptırmış olmasına rağmen, yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde ararlarında duran paketten birer kurabiye aldığını fark etti; ne kadar görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup kurabiyesini yerken, bir taraftan da gözü saatteydi. Kurabiye hırsızı kurabiyeleri yavaş tüketirken, kadının kulağı da saat tiktaklarındaydı;ama tiktaklar sinirlenmesini yine de engellemiyordu. Kendi kendine düşünüyordu; Kibar bir insan olmasaydım, şu adamın gözünü morartırdım!
Her kurabiyeye uzandığında, adam da elini uzatıyordu. Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca, Bakalım şimdi ne yapacak? dedi kendi kendine.
Adam yüzünden asabi bir gülümsemeyle son kurabiyeye uzandı ve kurabiyeyi ikiye böldü. Kadın kurabiyeyi adamın elinden kapar gibi aldı ve, Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba adam; üstelik bir teşekkür bile etmiyor! diye düşündü.
Hayatında bu kadar sinirlendiğini anımsamıyordu. Uçağın kalkacağı anons edilince, derin bir nefes aldı ve rahatladı. Eşyalarını topladı ve çıkış kapısına yürüdü. Kurabiye hırsızına dönüp bakmadı bile. Uçağa bindi ve rahat koltuğuna oturdu. Daha sonra kitabını almak üzere çantasına uzandı. Birden gözleri şaşkınlıkla açıldı. Gözlerinin önünde bir paket kurabiye duruyordu! Çaresizlik içinde inledi;Bunlar benim kurabiyelimse eğer; ötekiler de onundu ve benimle her bir kurabiyesini paylaştı! Üzüntüyle, özür dilemek için çok geç kaldığını anladı.
Kaba ve cüretkar olan kurabiye hırsızı kendisiydi.

DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
5 Mayıs 2007       Mesaj #856
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
hiç kimse ona fikrini sormamıştı
bu yalanlarla acılarla dolu dünyaya
gelmek istermisin diye
oysa hiçbir şeyden habersiz büyüyordu yavaş yavaş

bir can verilmişti yağmur bebeğe
ve hayatı boyunca çekeceği
acılar sevinçler mutluluklar
birer birer yazılıyordu kader denen deftere

küçük yağmur dünyayı okadar çok merek etmiş olacak ki
annesinin karnından biraz önce çıkmak için
vargücüyle tekmeler atıyordu
dediğinide sonunda yapmıştı
23 mayısta kendi isteğiyle başlatmıştı doğumunu
ama bu dünyadan göçmek ne kadar zorsa doğmakta hayata merhabga demekte zordu
sırf doktorların isteği üzerine küçük yağmuru 11 gün boyunca orada tutuyordu annesi
hiçbirşeyden habersiz
çünkğü yağmur yaramazlık yaparak erken gelmek istemişti bu dünyaya
11 günün sonunda anne kız kavuşmak için ameliyathaneye alındı.
fakat ters giden bişeyler vardı
doktor istanbuldan bursaya gelen bu küçük anneye o şeyi nasıl söyleyeceğini düşünüyordu
sonunda doktor herkezi odasına aldı ve o kararı verdi
vücutları 11 gün boyunca ciddi bir enfeksiyon kapmıştı
fakat doktoru şaşırtan bişiy vardı.nasıl oluyorda 11 gündür yaşıyorlar diye sorutordu kendi kendine
aileye açıkladı sonunda saat gece üçü geçiyordu
_sabah ilk sizi alıcaz ameliyata fakat şunu bilmenizi isterim.ameliyat çok riskli yani
masada kalabilme ihtimali var dedi
o sırada küçük annenin gözlerinden iki damla yaş süzüldü.
_ya bebeiğimi göremezsem koklayamazsam ben neyaparım onu kim sever benim gibi.
diye düşündü.eşiyle son kez vedalaştı.annesini belkide son kez kokladı
ve 3 haziran cumartesi sabahı saat yedi buçukta ameliyata alınmıştı.küçük anne hiç korkmuyordu bunuda atlatacaklardı
doğacak bebeğide onun gibi inatçıydı hayata anne karnında sımsıkı tutunmuştu çünkü
baba aşşada sabırsızlıkla bekliyordu sonucu.o dev ekrandan gözünü ayırmıyorduı.
eşiiyle bebeğininde isminin yazacağı ekrandan
saat 8 olduğunda sonunda ekranda yazdı .... ...... canlı kız.evet bir kızları olmuştu
9 aydır saklamıştı kendisini ama annesinişn istediği olmuştu
bebek ve anne yaşıyorlardı.ama aksilikler bir türlü bitmiyordu
anne narkozun etkisinden nfes alamıyordu yani uyanamıyordu
son bir hamleyle öksürdü ve anladı ki bebeği doğmuş
artık o güzel tekmeler yoktu.anneyi uyandırma odasına aldılar.hemşire doktora
_bu daha çok küçüğk uyanırken ortalığı yıkar demişti
ama küçük anne sesini bile çıkarmamıştı.onun merak ettiği tek şey.
bebeğinin ne olduğu hemşireye narkozun etkisinden böbeğim nerede demişti.
kelimeleri toparlayamıyordu.hemşire yukarda sağlıklı sen odana gidince yanına verirler bişey yoksa dedi
_neyim oldu.
dedi anne.hemşire:
_kızın oldu.dedi
saat 12 de anneyi odasına almışlardı.eşi geldi daha sonra yanına.
_bebeğim nerede neden vermiyorlar.
_merak etme bebeğimiz çok iyi tıpkı sana benziyo simsiyah saçları var
heryeri sana benziyor. dedi baba
peki yaz gözleri.dedi anne ağlayarak
_gözlerine bakamadım çünkü açmamakta inat etti cadı.dedi baba
oysa anneden saklanan sır vardı.sonunda teyze girdi içeri ve babaya ne zaman söyliycez dedi babayı dışarı çağırıyordu
anne iyice ağlamaya başaladı bişey oldu bebeğime dimi diyordu
çaresiz baba söyleyemedi ablası:
bak kardeşim bebeğin bu hastanede değil.başka hastaneye götürdüler burda boş küvez yokmuş dedi.
anne ağlıyordu hıçkırıklara boğularak.ortada gizlenen bir şey vardı.
bubu8 hissede biliyordu.ertesi gün küçük anne taburcu oldu.ve hemen bebeğinin yanına gitmek
istedi dikişlerinin acısından yürümekte zorlanıyordu.5 dakka sonra hastanedeydiler
yasansörle yukarı çıktılar bir kolunda eşi bir kolunda annesi çok zor yürüyordu.eşine
_hangi oda diye sordu
eşinin gösterdiği odaya ikisininde ellerini bırakarak koşar adımlarla gitti tek başına.çünkü oraya vardığında bebeğini görecekti
bütün acılarını unutmuştu odaya vardığında daha bebeğini görmeden ağlamaya baaşladı.odanın ortasında kala kalmıştı.sadece hıçkıra hıçkıra ağlıyordu
ananesi duruyordu bebgeğinin yanında
yavaş yavaş küveze yaklaştı.bebeği dünya güzeliydi.ama çok küçüktü.simsiyah saçları ve çekik gözleriyle japonlara benziyordu.anne ağlarken baba bişey
_bak sana ne yapıyor.dedi
ve annesini güldürmeyi başarmıştı.ananesi:
_dokunmak istermisin bebeğine.dedi
ve küvezi açtı annenin elleri titriyordu.başını okşadı şevkatle.
daha yaşı 18 di küçüktü belki ama o artık bir anneydi her annedeki duygular ondada vardıa rtık
ve ayrılış vakti gelmişti eve dönerken hep bebeğini düşündü
beyni allak bullaktı hala saklanan gerçeği düşünüyodu
ertesi gün eşi hastaneye gitti ve gelen o telefonla gerçeği öğrenmişti ama annesi ve ablası hayır diyorlardı
_telefondaki ananesinin sesiydi
ameliyata yeni aldılar diyordu.konuyu kapamışlardı.küçük anneye türlü türlü yalanlar attıar
unutması için ardından pansumana gittiler.annesi arkadaşına söylemişti ameliyat olacağını torununun
pansuman sırasında anne ameliyat olcakmış ama ne ameliyatı söylemiyolar dedi
annesinin arkadaşı
_önemli bişey değil kızımyemek borusunda bişey varmış onun için olcak belkide şimdi çıkmıştır ameliyattan dedi
belkide başkasından duyması iyi olmuştu.allah o saatten sonra anneye öyle bir sabır vermişti ki
anne herşeye iyi tarafından bakıyordu ağlamadı sadece herşeyi biliyordu
meleği 2 kiloyla ya masada kalırsa ama bi kere azraiili yenişti şimdide yenecekti çünkü o annesinin kızıydı
telefon geldi kurtuldu dediler.anne lohasalığının keyfini bile çıkaramadan 2. gün ayağa kalkmıştı
hastaneye gitmek istiyordu her gün gitmeye başladılar tek merak ettikleri gözleriydi
gözleri kime benzeyecekti annesi gibi denizgözlümğü yoksa babası gibi kahverengimi
sonunda ufaklık açtı gözlerini ama hiçbirine benzemiyordu saçları gibi kömür karasıydı
15 gün sonra küvezden çıkarttılar bebeğini emmeyi beceremiyordu çünkü 15 gün boyunca küvezde burnundan midesine salınan ogs ile beslenmişti
17.gün taburcu oldular.enne bursada baba istanbuloda.evlilik yıldönümlerinde bile ayrıydılar ilk evlilik yıldönümleriydi oysa
annenin ne çok hayalleri vardı oysa
bebeği karnında eşiyle türkü bara gideceklerdi
ama olmadı hastaneden taburcu olduklarında kimse gelmemişti onları almaya
taksiye binerek ablasının evine gitti önce.oradan ananesine geçti.biran önce haftasonu olsunda evime gideyim diyordu kendi kendine,
ama sınavları daha bitmemişti.2 gün sonra gece küçük anne fenalaşmıştı.apartopar hastaneye kaldırdılar.ve işte gelen çaresizlik
lohasaydı ilaç verilemiyordu.ama çarpıntısı çok fazlaydı.serum yapılacaktı
müşadeye aldılar anneyi ama serum bir türlü takılmıyordu.çünkü hemşireler kahve keyfi yapıyorlardı
küçük anne daha fazla dayanamadı ve gözlerini akpadı.o sırada kalp krizi geçiriyordu
kalp 190a kadar çıkmıştı doktorlar hemen acile aldılar ve hemen tedavisini yaptılar
bebeği acıkmıştı anne bir kez daha azraili yenmişti fakat bu seferki çok ciddiydi
hayatı boyunca stres üzüntü yoktu.ama allah onu öyle zorlu bi,r sınava sokmuştu ki çok zor görünüyordu.sürekli hastanede olacaklardı
artık evine gelmişti sonunda.ve o günden sonra bebeğindeki hastalıklar çoğaldı
minicik kalbinde 2 tane delik vardı.bronşit olmuştu.ve ardından midesinde reflü oluştu.zamanla kalp deliklerinden biri kapandı
ama kalp yetmezliğine çevirmişti.reflüden dolayı ciğerlerine yemek gidiyordu
yoğun bakımda yatmıştı 1 hafta.oksijensiz nefes alamıyordu.ama hiçbir hastane tedavi edemiyordu.
ciğerlerindeki o hırıltı bir türlü bitmiyordu.sonunda ameliyat dediler hem reflüsü hemde kalbi için
fakat kalp şimdilik önemli değilmiş
anne bilmediği yerlere gidiyordu hiç görmediği yerleri görüyordu bebeğinin sayesinde
artık hastanelere alışmışltı.haftanın üç günü hastaneye gidiyorlardı.bu güne kadar hep soğuk kanlı oldu bebeği
boğulduğunda sakin davranıp nefesini açıyordu.çöünkü o bunları hergün yaşıyordu.
oysa yüreği paramparça oluyordu.sadece dışarı yansıtmıyordu.sessiz sessiz ağlıyordu kuytu köşelerde
güçlü görünmeliydi değil ölmeyi hastalanmayı bile düşlünemiyordu.hayat karşısında tek başına müğcadele ediyordu.
inandığı tek şey bebeği bir gün iyileşecekti

evet yağmur bebeğin hikayesiydi bu.kimbilir hayat karşısında daha neler yaşayacak.
o küçücük bedeni bunca acıyı kaldırabilkiyorsa yağmur bebeği hiç bir acı
yenemez.yağmur bebek şuanda 9 aylık artık anlıyordu doktorları.ve beyaz önlüklü birini görünce ağlamaya başlıyordu
çünkü artık bıkmıştı sürekli ilaç kullanması gerekiyordu.
daha 9 aylık ama belkide hiçbirimizin kullanmadığı kadar iğne ve ilaçla yaşıyordu
bunca şeyin ardından annesinin yağmur bebeğe dediği tek söz
_üzülme bebeğim derdi veren allah sana mutlaka dermanınıda verecektir
bizim sadece sabretmemiz lazım ben hayatta olduğum sürece seni hiçbir zaman
yanlız bırakmıycam.hayat karşısında hiçbir zaman boynunun bükülmesine izin
vermeyeceğim.sen benim ilk göz ağrım biricik meleğimisin.seni çookk seviyorum annecim
geceleri uykusuz kalsamda beni üzsende senin bir gülüşün bana bütün acılarımı unutturuyor
güzel meleğim bir ömür beraber olmak dileğiyle!!!
seni canından çok seven annen ....!
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
6 Mayıs 2007       Mesaj #857
nünü - avatarı
Ziyaretçi
BİR APTALIN HİKÂYESİ

Adamın biri durumundan çok şikâyetçiymiş, 'Çalışıyorum didiniyorum ancak yaşıyorum. Tek başımayım, kimsem yok' diye mutsuz mutsuz geziniyormuş. Sonunda bir karar vermiş, gezip dolaşacak bir melek bulacak, durumunu ona anlatıp bu haksızlığı düzeltmesini isteyecekmiş... Ve yola koyulmuş. Dağda ilerlerken bir kurda rastlamış. Kurt bir deri bir kemik, ayakta zor duruyor, adamın yanına yaklaşmış, nereye gittiğini sormuş. Adam derdini anlatmış, 'Bir melek bulacağım, bana yapılan haksızlığı düzeltmesini isteyeceğim...' Kurt da ona 'Bana bir iyilik yapar mısın' demiş, 'Ben de gece gündüz dolaşıyorum, bir yudum yemek zor buluyorum. O meleğe beni de anlat, böyle açlıktan ölen bir kurt olur mu, diye sor...' Adam yoluna devam etmiş, bir süre sonra güzel bir kıza rastlamış. Kız da nereye gittiğini sormuş, 'melek hikâyesini' öğrenince adamın ellerine sarılmış:
'Ne olur o meleğe beni de anlat. Gencim, güzelim, zenginim, her şeyim var ama çok mutsuzum. Mutluluğa ulaşmak için ne yapmam gerektiğini sor o meleğe...' Adam melekle kız için de konuşacağına söz vermiş ve yoluna devam etmiş. Bir süre sonra dinlenmek için bir ağacın altına uzanmış. Bütün çevresi yemyeşil olan bu ağacın neredeyse hiç yaprağı yokmuş ve tabii ağaç bu duruma çok üzülüyormuş. O da derdini adama anlatmış:
'Eğer o meleği bulursan benden de söz eder misin? Bu kaderimden hiçbir şey anlamıyorum. Görüyorsun, bereketli bir toprak üzerindeyim, her taraf yemyeşil, bütün ağaçların yaprakları var, meyveleri var. Benimse hiçbir şeyim yok. Benim de diğerleri gibi yeşillenmem için ne yapmam gerekiyor. Ne olur o melekten bunu öğren...' Adam ona da 'peki' demiş, yoluna devam etmiş. Nihayet bir gün, tam melek bulmaktan umudu kesilmiş vazgeçmek üzereyken karşısına bir melek çıkmış. Adam kendinden başlamış:
'Gece gündüz demeden çalışıyorum, dünyanın hiçbir nimetinden faydalanmıyorum, acınacak bir hayatım var. Benden daha az çalışan daha keyifli yaşayan bir sürü insan var. Nerede adalet? Nerede eşitlik?'
'Tamam tamam' demiş melek, 'Sana mutlu ve zengin olman için bir şans veriyorum. Şimdi aynı yoldan evine dön.' Adam rahatlamış ve ağacın, kızın, kurdun dertlerini de meleğe anlatmış. Melek onlar için de konuşmuş, adam dönüş yolunu tutmuş. Uzun bir yürüyüşten sonra ağacın yanına gelmiş ve meleğin sözlerini aktarmış:
'Senin köklerinin tam yanına bir sandık altın gömülüymüş. Sen bu yüzden beslenemiyorsun, dolayısıyla yaprağın, meyven olmuyor. Bu altın sandığı çıkarılınca sen de diğer ağaçlar gibi yeşilleneceksin.' 'Harika!' diye bağırmış ağaç, 'Çabuk kaz ve sandığı çıkar.' Adam 'Olmaz' demiş, 'Melek bana kendi şansımı verdi. Evime dönmeliyim.' Adam yine yola düşmüş. Genç kız zaten yolunu bekliyormuş 'Ne dedi, ne dedi' diye koşmuş. 'Acılarını ve sevinçlerini paylaşacak biriyle evlenirse bütün dertleri hallolacak, sen de mutlu olacaksın' demiş adam. Kız 'Hadi o zaman' demiş, 'Evlenelim seninle ve mutlu olmaya çalışalım.' Adam yine 'Olmaz' diye cevap vermiş, 'Zamanım yok. Meleğin bana verdiği şansı bulmak için hemen evime dönmeliyim. Sen kendine başka bir koca bul.'
Biraz sonra da sıska kurt çıkmış karşısına. Adam ona da olan biteni anlatmış, kendini şansını bulmak için acelesi olduğunu söylemiş. 'Peki ya ben' demiş kurt, 'Benim için ne dediğini söyle ve git.' 'Senin için söylediğini ben anlamadım' demiş adam, 'Melek dedi ki, o kurt yiyecek bir aptal bulamazsa aç dolaşmaya mahkumdur.' Kurt 'Ben çok iyi anladım' demiş ve aptalı yemiş.
J
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mayıs 2007       Mesaj #858
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yok Olma
Kimsenin yokluğu bu kadar korkutmazdı beni. Kendimi zor günlerin adamı görürdüm ya, hiçbir güçlüğün beni, bırak yıkmayı, sendeletmeyeceğini bile düşünürdüm.
Oysa şimdi yarımım. Ve sen böylesine uzakken benden, hiçbir zaman tam olamayacağımı da biliyorum. “Tasalanma” diyeceksin, tasalanmayayım; ama, kendime bakıyorum da birkaç umut kırıntısı dışında hiçbir şey göremiyorum.
Nerede olduğunu bilmek ya da döneceğin umuduyla yaşamak da kandırmıyor beni. Her sabaha sensiz uyanmaktan, her günün sensiz geçmesinden korkuyorum artık. Bu yüzden uyanmak istemiyorum “uyuduğum uykuları”…
Ve geceler… Ne yıldızları görüyorum ne gecenin sesini duyabiliyorum. Saniyelerin ne kadar uzun olduğunu görüp şaşırıyorum.
Bildiğim bütün hasret şarkılarını art arda ekleyip söylüyorum. Sesimi kendim bile duymuyorum.
Senden bir iz göreceğim diye sokaklara çıkmıyorum artık. Bu kentin her yerinde sen varsın biliyorum.
Yokluğunu kabul etmek böylesine zorken hiç olmama ihtimalini düşünemiyorum bile.
Bekleyeceğim seni. Zor olacak, çok zor olacak; ama, bekleyeceğim. Bu yarım yüreğin diğer yarısı, yani sen…Geleceksin değil mi?
MEHMET COŞKUNDENİZ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mayıs 2007       Mesaj #859
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Acele Karar Vermeyin ( Yazar : Lao Tzu )
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış...Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler."Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş."O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

"Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mayıs 2007       Mesaj #860
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İşte hayat hikayem...
Bir ilkbahar sabahıydı.
Güneş, pırıl pırıl altın ışıklarını
yer yüzüne yolluyordu.
Bu ışınları gören kozalardan
o sabah beyaz bir kelebek çıktı.
Çok büyük ve tül gibi ince
bembeyaz kanatları vardı.
Birden kendini bir bahçenin
çiçekleri arasında buldu.
Önce keşif uçuşuna çıkıp
bahçeyi dolaştı.
Sonra dinlenmek için
kırmızı bir güle kondu.
Dinlenirken, kanatlarını
dikleştirip birleştirmisti.
Etrafına baktı.
Doyasıya yeşilliğe daldı
saatlerce seyretti...
Dinlenmişti.
Şimdi dolaşma vaktiydi,
yaşamalıydı, önünde uzun zamanı vardı.
Ağaçlara uçtu. Çiçeklere kondu.
Mutluydu, özgürdü.
Herkes ona bakıp "ne güzel" diyordu.
Akşama kadar çiçekten çiçeğe,
daldan dala uçup durdu.
Güneş batarken
bir garip his kapladı içini,
artık öğrenmişti.
Sadece bir günlük olan ömrü bitmişti.
Son bir kez etrafına baktı.
Batan güneşe daldı.
Ve bi daha hiç uyanmadı...

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat