Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 159

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.602 Cevap: 1.812
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
7 Mayıs 2008       Mesaj #1581
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Soğuk bir kış günüydü ve yerler bembeyazdı.Birbirimizi görünce yüreğimizi öyle bir sıcaklık kapladı ki ikimiz de aşk ateşiyle yanıyorduk artık.Günler birbirini kovalıyor ,saatler öylesine güzel geçiyordu ki zamanın farkına bile varmıyorduk.
Bu güzellik onun benden sakladığı o kocaman yalanı öğrenene kadar devam etti.
Sponsorlu Bağlantılar
Evet, o evliydi... Ve de çocuğu vardı. Benden bunu saklamıştı. Öğrendiğim o an dünya başıma yıkıldı.Kalbimdeki sızıyı tarif edemiyordum. Göz yaşlarım sel olmuş akıyordu.Gittim ,ondan uzaklaştım. Arkama bile bakmadım. Yüreğimdeki o büyük aşkla beraber ben de yok olmuştum.Bana yapılanları, söylenen yalanları kendime yakıştıramıyordum. Ama o benden vazgeçmemişti. Çok savaştı yeniden birlikte olmak için. Aileme kabul ettirmeyi başardım ve yeniden başladık. O eşinden ayrılmıştı.
Daha da kenetlenmiştik. İleriye yönelik planlar yapıyorduk.Hayaller kuruyorduk. Evlilik fikrini aileme de anlatmıştım. ’Mutlu olacağına inanıyorsan sen istediğini yap dediler. Mutluydum. O küçücük yüreğim ’pıt pıt’ atıyordu. Ama yine ters giden bir şeyler vardı. O yine değişmişti ve benden uzaklaşıyordu. Buna dayanamayıp bitmesi gerektiğini söyledim ona. Tereddütsüz kabuk etti. Telefonlara yanıt vermiyor, beni aramıyordu. Doğum gününde onu aradım. Ama telefona çıkan bir kadındı. Yine yıkıldım. Öğrendim ki benden ayrıldığı süre içinde ikinci kez evlenmişti. Üstelik de ondan da kısa süre içinde ayrılmış sekreteri ile çıkmaya başlamıştı. Yaşadıklarıma inanamıyordum. Bu durumu birde aileme anlatmak vardı. Neyse ki onlar çok olgun davrandılar. Ama ben hala o yalancı insanı düşünüyordum. Aradan altı ay geçti kendimi zar zor toparlamıştım. Bir gün beni aradı.

Beni sevdiğini unutamadığı her şeyi unutup yeniden başlayabileceğimizi söyledi. O anda içimdeki büyük sevgi nefrete dönüştü. Ve onu reddettim. Şimdi ayrılığımızın yedinci ayındayız onu unutmadım. Hayatıma kimseyi sokmadım. Erkeklerden hep korktum. Yine aynı şeyleri yaşamak, yine aynı acıları çekmekten korktum. Biliyorum ki hayatımda kimse olmayacak. Çünkü o beni bu genç yaşımda hayata küstürdü, toprağa gömdü. Ona son sözüm şu: Bana bunları yaşattığın için hayatın boyunca sende mutlu olma.

HeliX - avatarı
HeliX
Ziyaretçi
8 Mayıs 2008       Mesaj #1582
HeliX - avatarı
Ziyaretçi
Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok.

Sponsorlu Bağlantılar
Onu eski haline döndürür. Ve der ki,"Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem."

ÜNLÜ BİR YAZAR, BU KONUDA ŞÖYLE DİYOR:

"İnsanların çoğu sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için."

Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
9 Mayıs 2008       Mesaj #1583
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Ölmeyen Sevgi

Genç adam ellerinde bir buket çiçek, sahile koşarak geldi... Gözleri şöyle
bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup
sevdiğini beklemeye başladı. Ellerinde yine her zamanki çiçeklerden vardı.
Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı. Kırmızı, kıpkırmızı, kan
kırmızısı güller... Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeydiler, buram
buram kokuyorlardı, sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemliside özlem ve hasret
kokuyordu güller... Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor
gibiydiler. Genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi, "
Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum " dedi. Az sonra sevdiğini
göreceği için kalbi yine deli gibi atmaya baslamıştı. Ne zaman onu düşünse,
onunla bulusacağını hayal etse kalbi yine böyle yerinden çıkacakmış gibi
oluyordu. Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikiside sevgisinden hiç
birsey kaybetmemişti.. Onları hiç birsey ayıramazdı... Ne hasret, ne
ayrılık, nede ölüm... Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç
kalmıştı, 1 dakika geç kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için
dakikalarca önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği
her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir
kusuru olurmuş diye düşündü... Ve gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denize
dikti.. Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza olan aşkı gibi
denizinde sonu yoktu. Sonsuzluğa uzanıyordu...Aslında bugün onlar için çok
özel bir gündü. Kendi aralarında sözleneceklerdi. Delikanlı önce bunu
sevdiğine açmış, sonrada gidip 2 tane yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir
günde bari onu bekletmemeliydi.. Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok
biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hala yaşlı
idi. Bir türlü anlamıyordu onları. Herşey bu kadar güzelken neden
ağlıyorlardı ki? İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak,
kucaklaşacaklardı...Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını
atacaklardı. Genç adam öyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can
atıyordu... Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara... Ne
kadar güzel dansediyorlardı havada. Tekrar saatine baktı genç adam.
Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hemde çok... Bu kadar
geç kalmaması gerekiyordu. İşte hergün burada buluşmak için sözleşmiyorlar
mıydı? Her gün sahilde, martılara bakarak, denizin onlara anlattığı
masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz
vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine??... Aklına kötü düşünceler
gelmeye başladı. Hayır.. hayır..olamazdı. Sevdiğine birşey olamazdı. Onsuz
hayat yaşanmazdı ki... O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç
adam. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını
kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten nedense etrafındaki insanlar ona sanki
kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı bakışlardan. Artık
bıkmıştı... Yine sevgilisi geldi aklına.. Neden gelmedi acaba diye düşünmeye
başladı. Gözlerini kapattı. 7 sene oldu dedi. 7 senedir hergün bu
sahildeydi, sevdiğini bekliyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak
gibi oluyordu. Gözlerinden 1 damla daha yaş güllerin üzerine damladı... Yine
gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı...Hiç
olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu... Genç
adam ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki
kabristana doğru yürümeye başladı..
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
10 Mayıs 2008       Mesaj #1584
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Fotoğraflara bakarız arada bir misafir geldiğinde.Daha doğrusu misafirden gelir teklif.Bir gün müşterek dostluğumuzu perçinlemek ister gibi , duruvermişiz ob-
jektifin karşısında.Saç baş bir tarafta.Fotoğraf çekilecek diye haber verildiğinde,
genel olarak herkes şöyle bir çeki düzen verir kendisine.Bazen çekim habersiz
olur. İşte o zaman yandığımızın resmidir.Eski resimlere baktığımızda, bu tür anları yakalayan muzip arkadaşlara ya güler geçeriz ya da, bir anda kendimizi yanık
minarelerin insanın içini ürperten karanlığında buluruz.Fotoğraf karesinde beni Fahrettin, Panyatof Sami ve Adnan ile buluşturan nedeni düşünüyorum elimdeki
kırk yıl önce çekilmiş resme bakarken.Sami rahmetli olduk tan sonra
ona soramamak,ne kadar korkunç değil mi? Aradan bir birkaç yıl geçince o resme bakanlar benim için, Fahrettin için, belki de Adnan için söyleyecekler o lafı. Belki
de hiç bir aile toplantısında tanıdıklar kalmadığından, o resme hiç bakılmayacak ya da, insan bakarken görmez ya bazen, bakar gibi şöyle bir gözden geçirilecek. Ama sağ olduğumuz sürece o resimlerin anlamları çok büyük bizim için. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan Askerleri’-nce yakılan cami , o istilayı noter tasdiki gibi gözlerimi- zin önüne seriyor.Biz de belki zamanla bu noter belgesi tamamen yok olur düşüncesiyle, yanık cami duvarları üzerine dizilip poz vermişiz .O fotoğrafı çektirdiğimiz gün , ne diye oralara gittiğimizin hiç önemi yok artık.O an dersi kırıp, oralarda vakit öldürmüşüz ama, yine de çok anlamlı bir şey yakalamışız farkında olmadan.Hep öyle olmaz mı zaten. Bir gün bakarız olanlar olmuştur.Aradan geçen yıllardan sonra, göz altlarında torbalar oluşmuştur. Boyun bölgesinde , daha doğrusu gıdıkta sarkmalar,saçlara düşen aklar ilk belirtileri bir bakıma yaşlı bir insan olmanın ama , kabul etmeyiz yine yıllar sonra fotoğraflara hep birlikte bakarken yaşlandığımızı. Hava durumunu bahane eder,resmi çekerken yüzümüze ışığın tam yansıtılamadığı gibi üfürükten sebeplere bağlarız yaşlılığımızı.Bazen gurup olarak çekilmiş fotoğrafa bakıp ta:
-Beni güzel çekememişler,diyenler çıktığında bizim odacı rahmetli Hafız gibi biri çıkar da:
-Kızım neysen o çıkar resimde,diyebilir.
Fotojenik der kimisi. Şimdi de prezentabıl diyorlar her halde iyi resim verenlere. Bizim Ramazan tanınmış bir sinema sanatçısıyla karşılaşmış Beyoğlu’nda gezerken.
Bir anlatışı var ki bağıra bağıra her zaman olduğu gibi:
-Anneeee!Korkunç yengeeee! diye.
Oysa o sinema sanatçısını gören herkes ona ilk gördüğü anda aşık olur namussuzum. Demek ki o sanatçımız iyi resim verebiliyor.Televizyonda magazin proğramı sey- rederken çok karşılaşmışımdır.
-Gerçekten kilo almadım.Bu kameralar insanı oldu- ğundan daha bir şişman gösteriyor,diyenlere.
Bizim Hafız rahmetli olduğundan kimse de kalmamıştır bu tür sözlere takoz koyacak.İşe yeni başladığım zaman
Ya da teftişimizi bitirdiğimizde toplanıp dikilivermişiz.
şubede Fekahat ablanın etrafında. Şimdi baktığımda ,bir yandan rahmetli olanlara üzülürken,Hafız’ın sözleri de dudak kenarında küçücük bir tebessüm bıraktırıyor elde
olmadan.Bir de yollarını kimse beğenmese de, doğallığı koruma pahasına çekilen eziyetler.Yedigöller gezisinde arabanın egzosunu bırakıp ta geldik Ahmet’lerle birlik-
te gittiğimizde.
-Değdi mi ? derseniz.
-Hayır,diyeceğim ben de.
Orada gördük dünyanın her yerinden turistleri. Çadır kuran Japon turistler çoğunluktaydı.Bir görevli yolunun daha güzel olması durumunda, Yedigöllerin daha fazla yükü kaldıramayacağını, burasının çöplük haline gele- ceğini söyledi bilimsel bir eda ile.Aklıma Sultanahmet Parkı’ndaki“Çimlere basmayınız”veya“Çiçekleri kopar- mayınız.” şeklindeki uyarıcı yazılara rağmen, turislerin çimlerin üzerinde yatmalarına bozuk atan bir taksiciye hemen oradaki yaşlı bir adam:
-Oğlum görmüyormusun yazıyı.Türkçe yazmışlar. O yasak bize. Turist Türkçe okumasını bilmiyor, diye alaylı bir tavırla noktayı koymuştu taksi şoförünün söz- lerine.Yedigöllerin yolunun niçin düzgün yapılmadığını
anlamış olduk görevlinin uyarısıyla.İnsanın aklına ister istemez inşaatların uygun yerlerinde ”Baretini giy.”ve “Emniyet kemerini tak.” gibi uyarıcı yazılar gelmekte. Bizim kontrolle görevlendirilmiş elemanlarımız inşaata geldiğinde, salt bu levhalara bakıp dönüyor. Müteahhit inşaatını kontrol etmeye gelen mühendisi kendi arabası
ile getirip öğle yemeğini de birlikte yediler mi her şey tamam oluyor.Bir karikatür dergisinde görmüştüm.Elini prese kaptıran işçisine:
-Gel öpeyim de geçsin, diyen bir patronu karikatürüze etmişler.Gülsek mi,ağlasak mı?Ama baktığımızda uygulamaların hep birbirine benzediğini görmüyormu-yuz.Sen yaptır güzel bir şekilde yolunu, kontrolünü de tam olarak yaptırırsın. Sonra da “Yol iyi olursa gelen çok olur.Bu yükü kaldırmaz burası.” gibi bir mazeretin altına sığınmak zorunda kalmazsın.
Fotoğraflara bakarken Sivas’taki bizim müdür yardımcısı Hamza’yı görünce geldi aklıma.Hizmet binası ile lojmanlardaki bakım onarım işleri esnasında ustaları uyarmış garibim.Vay senmisin karışan ustaların işine.Dövecek gibi üzerine saldırmış müteahhidin adamları. Ben de boşu boşuna bunlar bu gücü nereden alıyorlar diye düşünmüştüm.Meğer güç bölge inşaat müdürlüğü- nün bir yemek parası, ya da bir yol parasına tenezzül edip, görevini tam layıkıyla yapmayan yetkililerinden alınıyormuş. Ben de bölge müdürüne durumu iletince bölge inşaat müdürü ile yardımcısı başka bölgelere ta- yin edilmişlerdi.Ne değişti sonuç olarak.Hiç bir şey.Bu sefer de orada görevli mühendisler işin doğru yapılıp yapılmadığına bakmadan, salt müteahhide yapılacak
ödemeler için hakediş belgesi düzenlemek üzere elleri- ne aldıkları aletlerle ölçme işlemine başlamıyorlarmıy- dı.Her gün geçtiğimiz yollarda,o meşhur ölçme aletleri- ni görmüyormuyuz.Hangi yetkili yol seviyesinden yük- sek veya alçak yapıldığını kontrol ediyor lagor kapağı -nın.Ya da arabanla yaya kaldırımına yanaştığında sağ taraftan inecek birisinin kapıyı açtığı an yaya kaldırımı- na kapının çarpmasına ne demeliyiz. Niçin kaldırımları yüksek yaptıklarını belediye çavuşuna sorduğumuzda :
-Alçak olduğu zaman herkes arabalarını park edi- yor, mazeretine ne diyeceksiniz.
Böyle mazeretleri çoğaltınca insan bayılır be.Bu yüz -den daha fazla mazeret üretmeden, daha güzel şeyleri anımsayabileceğimiz fotoğraflara bakalım bir de.
-Mengen’le Eskipazar arasında,ormanın ta içlerine doğru ilerlediğimizde,bozuk yol nedeyle renault spring marka arabama çok acıdığım bir pazar günüydü. Orman
dinlenme evi ilk önce görünüyordu bayırdan göle doğru uzanan patika yolunda ilerlediğimizde.Sonra mavi-yeşil karışımı göl sularına yansıyan, sararmış çalı yaprakları.
Bir tablo sanki karşımızda duran.Gölün çevresi Ankara ve İstanbul plakalı Mercedes otomobillerle dolu. Çadırlarını kurmuş,oltalarını atmışlar.Gölde alabalık, aynalı
sazan, kambur sazan denilen balıklar var bol miktarda.Hele gölün üst başında , bol sularıyla gölü besleyen bir çeşme var ki buz gibi suları. Piknikçilerin bulaşıklarını
yıkamaları nedeniyle göl sularına karışan yiyecek artık- ları, balıkların en büyük besin kaynağı olmalı.Makaralı oltalarıyla göl kenarına dağılan piknikçiler hiç bir balık tutamazken, çeşme sularının göl sularına karıştığı yerde bir kadın , kocaman bir sopaya bağladığı bir misine ile iğneden ibaret basit oltasıyla bir kova balık tutmuştu .
-Teyze,dedim kadına.Bu nasıl iş.Bize de öğretirmisin bu işin sırrını?Bizim yemleri alıp gidiyor balıklar.
- Siz yem yapmayı beceremiyorsunuz ki,dedi kadın.Su soğuk.Balıklar çok hızlı. Alabalığı tutmak o kadar kolay mı sanıyorsunuz? Al şuradan biraz yem, bir dene
bakalım.Bak nasıl tutacaksınız.Evde biraz pasta hamuru hazırlayacaksın. Vanilyalı. Yoğururken hamurun içersine biraz pamuk katacaksın ki balık alamasın yemi.Ben bir
yemle bir kaç tane balık tutuyorum bazen.
Yaşlı kadının bize verdiği yemle birkaç balık tutabildik sonunda.O sırada sürüsünü çeşmeye sulamaya getiren bir çobana :
-Amca ne olursun. Kuzulardan birini tutuver bana seveyim,dedi kızım Özlem.
Çoban kısa bir koşturmacadan sonra kuzulardan birini yakalayıp kucağına verdi Özlem’in.Kızım Özgül’de hemen ölümsüzleştirdi bu anı.Gerede de kaldığım üç yılda
çok defa oraya pikniğe gittiğim halde, bu kadar güzel bir yer olduğunu o fotoğrafa bakarken anlayabildim.
-Oradaki manzara sıfır kalır benim göstereceğim yerin yanında, derdi sürekli Salim. Seni maveraünnehir dediğimiz bir yere götüreceğim. Bayılırsın azizim.Günlerce oradan ayrılmak istemezsin.Ne zamandır gitmiyo-rum.Hanımla aram açık Beyaz İsmail yüzünden. Beyaz İsmail’i tanıyorsun değil mi müdürüm.Dünya tatlısı bir
çocuktur.Merttir.Arkadaşlık yapılır yani.Birlikte Dertliye gittik kafa çekmek için Yeniçağ’a. Fazla kaçırmışız rakıyı.Geç vakit beni evin önünde bırakıyorlar.Hanımın
yatmayıp , beni beklediğini görünce de üzülüyorum bir bakıma.Ben gidip gece ikilere dek içecek kadar eşeklik edeyim hanım uyumayıp beni beklesin cam kenarında.
Salona girince hanımda bir surat somak.Benim eve geç gelmeme haklı olarak tepki gösteriyor diye düşündüm.Aradan bir hafta geçmesine rağmen hanım somurtmaya devam edince dayanamadım sonunda:
-Hanım,dedim.Olayı bu kadar büyütmesen.Bak hiç huzurumuz kalmadı evde.Özür diliyorum geç eve geldiğim için.
-Ben sana geç eve geldiğin için darılmadım ki.Arabanın içindeki o nataşayı görünce darıldım.
-Hanım ne nataşası?
-Geç geldiğin akşam arabanın ön koltuğunda şoföryanında oturuyordu.Ben perde kenarından gördüm.
-Hanım vallahi arabada nataşa falan yoktu.Şoförün yanında oturan bizin bakır ustası Beyaz İsmail’di.
-Hayır!Ben gözüme mi inanayım sana mı?Arabada gördüğüm nataşaydı. Bembeyaz uzun saçları vardı.Benim hanım buralı olmadığı için o güne kadar hiç karşılaşmamış Beyaz İsmail’le.Zaten İsmail’de bembeyaz olduğu için güneşten rahatsız olur.Bu yüzden gün boyu dükkanından dışarı çıkmaz.Deli gibi çalışır akşama ka-dar.Gün battığı an İsmail insan içine çıkar. Çok iyi bir bakır ustasıdır.Can verir adeta yaptığı işçilikle bakıra.
Hanımı inandırmak için,Beyaz İsmail’le tanıştırmazsam aramızın düzeleceği yok.İsmail’e durumu anlatıp:
-İsmail ne olursun kurtar beni! diye yalvarıyorum.Kahkahalarla gülüyor.
-Ulan inek !Demek aldatırsın ha yengemi? Sonra da benden yardım istersin,diyor.
Hanıma telefon ediyorum evde mi diye.
-Beyaz İsmail de yanımda.Geliyoruz,diyorum.Hanım, benim bu işe bir kılıf aradığımı düşünerek:
-Görelim bakalım ,diyor alaylı bir şekilde.Eve geldiğimizde ,Nataşa’ya benzettiği Beyaz İsmail’i gördüğünde ,boynuma sarılıp özür diliyor.


Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
10 Mayıs 2008       Mesaj #1585
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Meksikalı Balıkçı

Amerikalı zengin işadamı, bir iş seyahati sırasında küçük bir Meksika kıyı kasabasına uğrar. Limanda gezerken, ağzına kadar balık dolu küçük bir teknenin içinde oturan bir balıkçı dikkatini çeker. Merakla yanına yaklaşır ve sorar,

- “Merhaba, bu balıkları yakalamak ne kadar zamanını aldı ?

” balıkçı, tümünü bir-iki saate yakaladığını söyler. İşadamı bu kez, niçin daha uzunsüre kalıp daha fazla balık yakalamadığını sorar. balıkçı, ailesinin geçimi için bu kadarının yettiğini söyler. Amerikalı işadamı merakla balıkçıya kalan zamanını nasıl geçirdiğini sorar.

Balıkçı anlatır...,
- “Geç vakit yatarım, sabah birazcık balık yakalarım. Sonra çocuklarımla oynarım, öğlende de karım Maria ile biraz siesta yaparım. Akşamları, amigolarla beraber gitar çalıp şarap içeriz, eğleniriz. Dolu ve meşgul bir yaşantım var senyör.”
Amerikalı gerinerek,
- “Benim Harvard’dan MBA’m var ve sana yardım edebilirim. Balık tutmak için daha cok zaman ayırmalı ve daha büyük bir tekne ile çalışmalısın. Bu tekneden elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. Kısa sürede bir balıkçı filosuna sahip olursun. Böylelikle, yakaladığın balığı aracılara değil doğrudan doğruya işleme tesislerine satarsın. Hatta kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Balıkçılık sektöründe bir numara olursun.”
Ve Amerikalı devam eder,
- “Tabii bunları yapman için öncelikle bu küçük balıkçı kasabasını terk edip MexicoCity’ye, daha sonra Los Angeles’e ve ensonunda holdingini genişletebileceğin NewYork’a yerleşirsin.”

balıkçı düşünceli vaziyette sorar,
- “Peki senyör, bu anlattıklarınız ne kadar zaman alır ?”
Amerikali yanıtlar,
- “15-20 yıl kadar.”
- “Peki bundan sonra senyör?” diye sorar balıkçı.

Amerikalı güler,
- “Şimdi anlatacağım en iyi tarafi! Zamanı geldiğinde, şirketini halka açarsın ve şirketinin hisselerini iyi paraya satarsın! Kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın!”
- “Milyonlar?” der Meksikalı,
- “Eee... sonra senyör ?”
Amerikalı,
- “Ondan sonra emekli olursun. Geç vakitlerde yatabileceğin küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin, istersen zevk için biraz balık tutarsın, çocuklarınla oynayacak, karınla siesta yapacak zamanın olur, akşamlarıda arkadaşlarınla şarap içip, gitar çalarsın. Nasıl, mükemmel değil mi?”
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
10 Mayıs 2008       Mesaj #1586
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Saatlerdir iri iri yağan yağmurun altında perişan olmuştu. Gözleri 20 metre ilerisinde duran bankamatiğe takılmıştı. Eskimiş lacivert takım elbisesinden düşük düzeyde memur olduğu ilk bakışta anlaşılan bir adam bankamatikten para çekiyordu. Gecenin bu saatinde, böylesine bir yağmurda bankamatikten para çeken takım elbiseli bir adam hiçte normal değildi ancak Murat bununla ilgilenmiyordu. Girmeliydi. Lacivert takımlı adamın kapıyı açmasından yararlanarak içeri sıvışmalıydı. Başka türlü giremezdi sıcak ve güvenli bankamatiğe. Kapıyı açmak için bankanın kartına ihtiyaç vardı. Böylece sıcak bankamatiklerin evsizlerin yuvası olması engelleniyordu. Yürüdü ve bankamatiğin hemen yanındaki durağın bankına oturdu. Bankın üzeri gazetelerin ilan sayfalarını andırıyordu. Üzerine karşılıklı, karşılıksız aşklarını yazan yeni yetmeler bankın bütün boyasını kazımışlardı. Islak ve üşümüştü Murat. Durağın metal tavanına aralıksız vuran yağmurun sesi kulaklarında büyüyordu. Yaz aylarında yatacak yer sorunu olmuyor; aklının estiği parkta, istediği ağacın altına kıvrılıveriyordu. Havaların hep böyle olmayacağını bir an bile aklına getirmemiş belki de getirmek istememişti. Zaten dibe vurmuş bir adamdı, birde gelecekteki soğuk günleri düşünerek canını sıkıp kafa yormanın bir anlamı yoktu. O düşünmemişti ama Tanrı’nın hiç değişmeyen bir düzeni vardı. Eylül gelip ilk yağmur düştüğünde sonuç ortadaydı; kendisi gibi sefil bir durakta kırk derece ateşle oturuyordu.

Gözleri ve başı ağırlaşmıştı, başı bir an önüne düştü ama hemen kendini toparladı. Başını kaldırdığında memurun bankamatiğin kapısını açtığını gördü ve bütün yorgunluğunu, hastalığını unutup yerinden fırladı. Yağmur şiddetini iyice arttırmıştı. Koşarken acelesinden bastığı yerlere hiç bakmıyordu, ne kadar su birikintisi varsa her birine girip çıkmıştı. Dilenci kılıklı adamın etrafına sular sıçratarak kendisine doğru koştuğunu gören memur bir an telaşa kapıldı ve hızlı bir hareketle bankamatiğin kapısını kapatıp koşar adımlarla oradan uzaklaşmaya başladı. Oysa bu bankamatik Murat’ın geceyi sıcak bir yerde geçirmek için beslediği son umuttu. Bağlandığı son umudu kaybeden her insan gibi bir an ne yapacağını bilemedi. Kendine gelmeliydi çünkü şu dakikadan sonra, kurtarıcısı olabilecek tek adam oradan uzaklaşıyordu. Arkasından yalvaran, yorgun bir halde seslendi. Bu sesin sahibinin zararsız olabileceğini düşünen adam döndü, Murat’ı merak ve birazda korkulu gözlerle baştan aşağı süzdü. Murat, memura yaklaşıp kesik kesik titreyen bir sesle durumunu anlatınca ona acıyan memur, gidip tekrar bankamatiğin kapısını açtı ve aceleci adımlarla arkasına bakmadan, hayatındaki tek amacı yaşamak olan, her şeyini kaybetmiş bir adamın bu geceki evi, hastanesi, sıcak ana kucağı olacak bankamatikten uzaklaştı. Her şeylerini kaybetmiş ve toplumdan iyilik görmeyi unutmuş insanlar hayatlarında gerçekleşen küçük güzellikleri gözlerinde büyütürler. Muratta bu ruh haliyle; kendisine iyiliği sadece birkaç adım yürümek olan bu adını bile bilmediği adamı, bir iyilik meleği zannedip arkasından hayran hayran bakıyordu. Nihayet kendine gelip adama tapınmayı bırakınca, kendini içine girince her şeyin düzeleceğini zannettiği bankamatiğin klimasının altındaki köşeye atıverdi. Çok ıslanmıştı, üzerindekiler sabaha kadar kurumayabilirdi. Ama o sırada bunları düşünecek durumda değildi başı dönüyordu. Kulaklarında büyük bir kentin zeminine kulağını dayamış bir devin duyabileceği cinsten bir uğultu duydu ve gözleri kapandı.

Yağmur bütün vahşetiyle yağmaya devam ederken, rüzgârda aynı şiddetle ona eşlik ediyordu. Bu ikilinin birlikteliği, berbat bir punk grubunun müziğinden daha rahatsız ediciydi ve ikilinin saldırılarına dayanamayan bazı ağaçların dalları kopmuşlardı. Cama sert sert vurulunca birden irkilerek uyandı. Bankamatiğe girip yatalı tam 3 saat olmuştu ama Murat’a yalnızca 5 dakika uyumuş gibi geliyordu. Üstü başı hala ıslaktı ve yattığı yerde elbisesinden akan suların orada birikmesiyle küçük bir birikinti oluşmuştu.
Başını çevirip cama vuranın kim olduğuna baktı, gördüğü surat onu hiç memnun etmemişti. Halil, bütün kötülüğünü yansıtan, kanlanmış ve saçı sakalı yüzünden zorla görünen gözlerini Murat’ın üzerine dikmiş bakıyordu.

İki yılı biraz geçmişti Halil sokaklara düşeli. Felakette bütün ailesini kaybetmiş ama kendisi bir sıyrık dahi almadan, kurtarıcı ekiplere bile gerek kalmadan göçük altından kurulmayı başarmıştı. Deprem ondan sadece ailesini değil; geçmişini, geleceğini, hatıralarını ve daha birçok şeyini de almıştı. Hayatını kazanmasını sağlayan, sahip olduğu en değerli varlığı hafızasını kaybetti. Ama kurtulduğu için şanslıydı. Günün gazeteleri felakette hayatta kalanlar için kullandıkları ifade buydu; “şanslı.”

Günlerce ne olduğunu anlamadan enkazların arasında dolaştı. Bazıları onu fark etmedi, bazılarıysa görmezlikten geldiler. Zaten depremzedeler hastanelere sığmayıp sokaklara taşmışlardı. Diğerlerine göre çok şanslı(!) olan bu sapasağlam adamın hastaneye götürülmesi, ekstra bir yatak demekti. O günlerde herhangi bir hastanede alelade bir yatak bulmak bile imkânsızdı. Aklı yerinde olmadığı için ne sağlık hizmetlerinden yararlanabildi ne de devletin verdiği geçici prefabrik konutlardan.

Şimdilerde sokakların kötü adamı olmuştu. İki yıl boyunca yaşadığı sokak hayatı onu sertleştirmiş ve acımasızlaştırmıştı. Çünkü artık medeni değil yabani bir hayatın kucağında yaşıyordu. Sokakta döngü böyleydi; güçlüler kazanır ve acıma gibi yumuşak duygulara kesinlikle yer yoktur.

Bu konuda kulaktan kulağa aktarılan şehir efsaneleri bile vardı. Bir defasında sokağın en güçlülerinden bir adamla, başka bir evsiz yatacak yer yüzünden kavga etmişlerdi. Tabi ki güçlü adam zayıf olanı hemen altına alıp yumruklamaya başlamıştı. Adamın ağzından, burnundan kan gelince ona acıyıp bırakmıştı. İşte tam burada oyunun ikinci perdesi başlamıştı. İçindeki acıma duygusuna yenilmiş adamı kötü bir son bekliyordu. Diğeri, o arkasını döner dönmez bıçağını çıkartıp karnına saplamıştı. Bunlar belki efsaneydi ama sokağın töresini anlatması bakımından değerli sayılırlardı.


Halil sert sert cama vurmayı sürdürdü ve eliyle Murat’a kapıyı açmasını işaret etti. Murat kapıyı açmakta önce tereddüt etti ancak sonra Halil’den korkarak gitti kapıyı açtı. Halil Murat’ı iterek içeri girdi ve hemen kendini bir köşeye attı. Murat’ın sıcak bankamatikte geçirdiği bu üç saati dışarıda bardaktan boşalır gibi yağan yağmurun altında geçirmişti. Halil titreye titreye yere uzanıyordu. Muratsa hala kapıyı kapatmamıştı çünkü içi hiçte huzurlu değildi; Halil sokağın en tehlikeli adamıydı. Halil kapıyı kapatmasını emretmek için başını kaldırdığında Murat kapıyı aceleyle kapatıp dışarı çıktı ve yerden bir şey alıp hızla kaçmaya başladı. Bu anormal hareketten kuşkulanan Halil de yerinden fırladı ve Murat’ın peşinden koşturdu. Yağmurun ağırlaştırdığı giysileri yüzünden İkisi de çok hızlı koşamıyorlardı. Koştukları yolda birden hızla yaklaşan iki sarı ışık gördüler. Murat kaldırıma çıkıp kaçışına soluk soluğa orada devam ederken Halil’in kocaman gövdesi ayağının bir taşa takılmasıyla yere yuvarlandı ve onu fark etmeyen araba hızla bacağının üstünden geçti. Bacağı kırılmıştı ve fazlaca kanıyordu. Zaten bitkin olan Halil düştüğü yerde bayıldı.

Yağmur kesilmiş, rüzgârsa hala olanca kuvvetiyle esiyordu. Arkasına bakmadan kaçan Murat olanların farkına bile varmadan koşmaya devam ediyordu. Bir ara arkasına döndü ve Halil’in artık peşinde olmadığını gördü hemen bir ara sokağa girip gördüğü çöp tenekesine sırtını dayayıp oturdu. Yerden bulup içine bakmadan cebine attığı cüzdanı çıkarıp içini açtı. Cüzdanda tam 3000 ytl para vardı. Murat için bu harika bir paraydı. Parayı tutarlı kullanırsa ve kimseye fark ettirmezse bu parayla başka bir şehirde yeni bir hayata başlayabilirdi. Cüzdanı kapatıp iç cebine koydu. Beş dakika geçmeden gecenin yorgunluğuna yenik düşüp titreyerek uykuya daldı. Aylarca gezdiği sokakların soğuğuna ve özellikle bu geceki yağmura dayanamayan vücudu zatürreeye yakalanmıştı. Bütün gece sayıklaya sayıklaya bir sağa bir sola döndü, bir süre sonra sayıklamalar ve hırıltılı nefes alış verişler kesilmişti…

Saat sekiz sıralarında mahalleli bir kadın çöpün yanındaki adamı fark etti ve acıyarak ona baktı. Öldüğünü fark etmemişti. Saat onda, evin yağmurdan kirlenen camlarını silmeye çıktığında adamın hala orada olduğunu görünce telaşlanarak polise telefon etti. Gelen ekipler adamın öldüğünü anladılar. Kimliğini tespit etmek için ceplerine bakan memur ise; dün gece borcunu ödeyemediği için para aldığı tefeci tarafından vurulup ağır yaralanan adamın kimliğini ve 3000 ytl yi gördü. Cüzdanı aldı ve cesedin ambulansa kaldırılmasını rica etti görevlilerden. İçi sızlaya sızlaya arabasına bindi ve ağzına istemsiz olarak gelen acı bir küfür savurdu bu acımasız dünyaya…
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
13 Mayıs 2008       Mesaj #1587
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Hâdiseden tam yedi ay sonra, Ankara-Maltepe'den postaneye atılmış olan bir mektubunu aldım. Bu, mektuptan ziyade bir nottu:
"Şu anda Risale-i Nur Külliyatını aldım" diyordu. "Onu okuyup derin derin tefekkür etmekten başka bir şey yapmıyorum, düşünemiyorum."
Ve bana, İzmir-Alsancak'da bir posta kutusu numarası veriyordu.
Hemen kâğıda ve kaleme sarılarak yazdım, yazdım. Bütün özlemimi, heyecanımı ve hasretimi döktüm. Ama aradan aylar geçtiği halde bir cevap alamıyordum. Bu arada üst üste mektuplar göndermekteydim.
Bütün ümidimi kestiğim bir anda, yani tam üç yıl sonra mektubu ulaştı elime... O gün bayram etmiştim.
Asrımızın hastalığını teşhis eden ve tedavi yollarını göteren mektup "Asrın Mektubu" vasfını taşıyordu. Uzun ve çok ibretli olan bu mektubu, defalarca okudum ve ağladım.
Salih Bey, şöyle diyordu bu mektubunda:
"Pek değerli, muhterem kardeşim,
"İki yıl önce geçirdiğim ağır felç dolayısıyla, mektuplarının cevabını geciktirmek zorunda kaldım. Mektubunda, imân hakikatlarıyla nasıl müşerref olduğumu soruyor, geçmiş hayatımın rengi ve karakteri hakkında mâlumat istiyorsun. Benim Nur'larla nasıl müşerref oldumuma sen şahit olduğun için, buna gerek yok sanırım. Fakat, Kur'ân hakikatlarını asra anlatan Risale-i Nurun küfür ve isyan dolu kalplerde meydana getirdiği inanılmaz tebeddülâtı ve bütün insanlığa tek çıkar yol olarak sunulan komünizm fikriyatının param parça yıkılışını inlatabilmek için, hayatımı kaba çizgilerle anlatmaya çalışacağım; ibretle dinleyin:
"Babam, seferberlik kıtlığını ve perişanlığını ağır bir şekilde çekmiş fakir bir köylü parçsıydı. Kazandığıyla hiçbir zaman karnını doyuramadığı ve el içine çakıp da 'ben de bir insanım' diyemedi. O yokluk içinde, önce annemi, sonra benden büyük dört kardeşimi kaybettim. Babam ise beni aç bırakmamak için, kış günü balık tutmaya gittiği ırmağın sularına kapıldı, bir kefene bile sahip olamadan göçüp gitti. O zaman beş yaşındaydım ve hayatta yapayalnız kalmıştım. 'Gel yavrum' diyerek beni bağrına basacak, göz yaşlarımı silecek ve sıcak bir şefkat gösterecek kimseciklerim yoktu.
"Tahammül edilmez şartlar içerisinde sokak ortasına terk edilmiştim. Sadakalarla karnımı doyuruyor, çok zaman da aç olarak sabahlıyordum. Ayakkabısız kalan ayaklarımın derisine, bırak diken, çivi bile geçmez olmuştu. Bu derin ıstırap, bende başıboşluk, isyan ve hırçınlık gibi hisler uyandırmıştı. Daha 10 yaşındayken merhamet ve vicdan gibi duyguları yitirir olmuştum. Bu duygular içinde yatılı okula girdim. Etrafımı saran talebe ve öğretmenler, tam bir sefalet istismarcısıydılar. Her fırsatta kurtuluşun komünizmde olduğunu telkin ediyorlardı. Tam benim derdimin diliyle konuşan bu insanlara bütün kalbimi vermiştim. Hocalarımız elle tutulmayan, gözle görülmeyen, sesi duyulmayan hiçbir şeye inanmamamızı isterlerdi. Bu suretle iman esasları, bize tek tek inkâr ettirilmişti. Öyle ki (hâşâ) Allah'la, melâike ve kaderle herkes alay ediyordu."
"Ben ise, çalışkan ve zeki olduğum için fazlaca işlenmiş, mutlak bir inkâr içiresinde, örnek komünist olarak gösteriliyordum. Öyle ki, marksist felsefeyi, büyük komünist klâsikleri harf harf ezberlemiştim. Bu yüzden bana herkes 'Lenin' derdi. Bu yola sür'atle tırmanarak önce okul, sonra semt, arkasından da bölge sorumlusu olmuştum. Artık bütün yollar bana açılmış, olayların plânlandığı, organize edildiği noktaya gelmiştim. Önemli bir asayiş görevlisi olarak hayata atıldım. Emeklilik günüme kadar bu hismeti bıkmadan, usanmadan büyük ibr iştahla yürütüyordum.
"Kendi dâvâma bizzat ben, milyonlarla ifade edilebilecek yardımlar sağlamıştım. Koltuğuna oturduğum öyle bir mevkiim vardı ki, bütün dünya komünistleriyle selâmlaşabiliyorduk. Devletin zaafa düşmesini dört gözle bekledik. Hem de devleti koruyan bir insan sıfatıyla... Binlerce genci imanından ettik. Nihayet yakayı ele vererek az bir cezayla kurtulduk. Ama bunu bir şeref saydık, hislerimiz sönmedi, aksine iştahımız kabardı. Bütün zerratımız, gücümüz ve kuvvetimiz, komünizm uğruna seferber olmuştu. Uykuları bile unutmuştuk. Fakat kısmete bakın ki, bütün hayatımı uğruna harcayarak komünizm dünyasında aradığım hakikatı bir seyahat esnasında bulacaktım:
Hayret dolu tebessümler
"1979 yılının bir güz ayında, Adana'ya gitmek üzere Keyseri'den otobüse binmiştim. Kaptan; 'şarkı ve türkü söylemek isteyen varsa, buyursun mikrofona gelsin, yolumuz uzun, hem vakit geçer hem de bizleri eğlendirmiş olur' deyince, ben bunu fırsat bilerek ayağa fırladım. Bu vesileyle, belki dâvâmı yolculara anlatabilecektim. Sesim güzel olduğu için, söylediğim şarkılar yolcuları cezbetmişti. Otobüsdekilerle aramda iyi bir diyalog kurulduğunu hissedince sohbete başladım. 'Vatandaşlarım' dedim. 'İçinizde huzurlu ve mutlu olan var mı?' Bu soru sanki top güllesi gibi düşmüştü ortaya... Herkeste hayret uyandırmıştı. Devam ettim: 'İçinizde hayatını garantiye almış olan var mı?' 'Peki' dedim. 'Her türlü ihtiyacımı karşıladım, hiçbir ihtiyacım kalmadı diyen var mı?' Hayret dolu tebessümler devam ediyordu. İlâve ettim: 'Kardeşlerim elbette bunlar mümkün değil, çünkü bu türlü ızdırapları ortadan kaldırabilecek bir rejimle idare edilmekten mahrumuz.' Yolcuların nefretini uyandırmadan, onların anlayacağı lisanla komünizmi anlatmaya başladım. Tam iki saat konuşmamı sürdürdüm. Herkes bana hayran kalmıştı. Ama bir genç âdeta yerinde duramıyor, itirazlarını belirtmek için fırsat aradığı her halinden belli oluyordu.
"Otobüs, Toros dağlarını tırmanırken lastik patlayınca, genç beni yakaladı. Gayet mütevazi bir tavırla, 'sizi tebrik ederim' dedi. 'Konuşmanızla bizleri ihya ettiniz. Kendinizi gayet mükemmel yetiştirmişsiniz. Benim sizden istifade edeceğim çok meseleler olacak. Meselâ; insan nedir sizce?'
"Hiç beklemediğim böylesine bir soru karşısında âdeta aptallaşmıştım. Gerçekten, sıradan bir komünistin hayatını, herhangi bir marksist eserin muhtevasını ve komünist ülkelerin tarihî seyrini sanki harf harf bildiğim halde, nedense böyle şeyler aklıma gelmişti. Kendimi tanımayı unutmuştum. Aynı soruyu ben sordum kendisine: 'Peki sizce nedir?' Karşımdaki nuranî sîmalı genç, beni istediği mevzuya çekmenin rahatlığıyla olacak ki, gülerek devam etti: 'bu bir çırpıda izah edilecek bir mevzu değildir. Eğer arzu ederseniz, cebimde ufak bir eser var, bu mevzuu oradan okuyalım.'
"Tehna bir köşeye çekilmiştik. Bana bütün gayretleriyle Allah inancını anlatmak istiyordu. Bazı sorular sorunca, mükemmel cevaplar almıştım. Sıradan bir insan olmadığını anlamıştım gencin. Nihayet yıllar sonra dişime göre bir fikir adamı bulmuştum. Üstelik, komünizm felsefesini benim kadar iyi biliyordu. Tartışmamız, Adana garajına kadar sürdü. Hayran kalmıştım. Genç arkadaşımın yolu bitmemişti. Tuttum kolundam, 'Mümkün değil seni bırakmam' dedim. 'Meseleleri bir neticeye bağlamalıyız. Zihnim allak bullak oldu. Soracağım çok şeyler var. Bugün mutlaka burada kalmalısınız' Genç; 'Bir şartla kalırım' dedi. 'Benim misafirim olmak kaydıyla.' Anlaşmıştık. Birlikte arkadaşının evine gittik. Genç öğretmen, eline aldığı kitaplarla bütün sorularımı bir bir cevaplayarak yarım asırlık dâvâmı ve fikirlerimi yıkmıştı. Sabah ezanına kadar devam ettik. Benim dünyam değişmişti. Yıllardır iftiharla taşıdığım fikirler, ancak birkaç saat dayanabilmişti. Önümde yep yeni ve nurlu ufuklar vardı artık.
"Namaza birlikte durduk. Bu hayatımda kıldığım ilk namazdı. Aman yâ Rabbi! O ne büyük haz, o ne büyük lezzetti! Namaz boyunca sessiz sedasız ağlamıştım. Risale-i Nur, elini kalbime uzatarak kir ve küfür namına ne varsa hepsini söküp almıştı. Bizlere, artık yıktıklarımızı yapabilme çabası ve endişesi düşmüştü.
Üstadın tesellisi
"Amerika'da oğlumun ziyaretindeyken, 1981 Haziranı'nda ağır bir felç sardı beni. Hiçbir tarafım tutmaz haldeyken yoğun bakıma alınmıştım. İşte o sırada, hâlâ heyecanını duyduğum çok tesirli bir rüya gördüm:
Üstad, arkasında bir zatla beraber yattığım odaya girdi. Onu görünce hâlimi arz edercesine ağlamaya başladım. Geldi, üzerime eğildi, tebessüm ederek dedi: 'Senin o kadar büyük günahların vardı ki, şu Amerika'ya doldursak taşar, denizlere dökülürdü. Risale-i Nur, senin hayatına kefil oldu. Ve bu hastalık, o dehşetli günahlarına keffaret olsun diye verildi. Sabret, şükret.' Arkasında elpençe vaziyette duran zata döndü, 'Öyle değil mi Mevlânâ Halid?' dedi. O da, 'Öyledir Üstadım' diye cevap verdi. O rüyanın heyecanıyla uyandım ki, vücudumun yarısına can gelmiş.
"Memlekete döneli henüz aylar oldu. Bu çekilmez hastalığa karşı tek tesellim, 4 yıl önce tanıma bahtiyarlığına erdiğim Risale-i Nurdur. Bende okuyacak takat kalmadı. Torunumun sesiyle bazı kısımları banda aldırdım. Akşama kadar büyük bir haz ve tefekkürle dinliyorum. Ayetü'l-Kübra'da Üstadın o müstesna tahlilleri ve tevhid delilleri ruhuma öylesine işliyor ki, ne bir novaljin, ne bir morfin vurdurmaya ihtiyaç kalmadan o ağır sızılarımı unutup, sessiz sedasız dalıp gidiyorum. Hele "10. Söz" beni bir çocuk gibi ağlatıyor. Halbuki bir zaman ayağıma saplanan kurşunun acısı karşısında, 'of' bile dememiştim.
"Küfürle geçen o uzun ömrümü unutamıyorum. Bir anlık Allah'ı inkârın hesaba sağmaz cezasını düşünürsek, 40-50 yılını bu şekilde geçirmenin getireceği ürpertici günahın azabını bir an olsun kalbimden atamıyorum. Beşer kanunlarının ceza vermekten âciz kalacağı bu günah dolu hayatı temizlemek için, elbetteki bir cehennemin vücudu lüzumlu ve zaruridir. Ama rahmetine iltica ettiğim o büyük kudretin önünde secdeye kapanıyor ve af dileklerimi göz yaşlarıma katarak takdim ediyorum. Kendisine açılan ellerden, mırıldayan dudaklardan yükselen samimi pişmanlıkları çeviremeyecek kadar merhamet sahibi olan Rabbim'i düşündükçe teselli buluyorum. Zaten insanın hasta, âciz ve bitkin olduğu ve ömrünün sonuna yaklaştığını hissettiği bir anda, ona teselli verecek öyle bir kudret sahibi lâzım ki, hükmü hem hastalığa, hem âcizliğe, hem ölüme ve hem de ecele geçsin. Yoksa ne para, ne makam, ne evlat, ne de mal-mülk o teselliyi temin edemiyor. Aksine onlardan ayrılmanın verdiği ızdırap öylesine dehşetli ki, bin felçten daha korkunç. Bu hakikatı yaşayan bir insan olarak ben sizlere canlı bir misal olmalıyım.
"Kardeşim, küfrün en dehşetli kıvamında pişmiş bir insan olarak diyeceğim şudur: İnsanlık tarihinin en korkunç buhranı haline gelmiş olan günümüzün inkâr ve isyan cereyanı; bütün dinleri ve bütün insanlığı karşısına alarak yaptığı dehşetli tahribatlarla, kâinatı titretebilecek bir merhaleye ulaşmıştır. Akıl almaz para, tedbir ve polisiye kuvvetlerin dahi önünde âciz kaldığı komünizm âfetinin bertaraf edilebilmesi için, Kur'ân hakikatlarını asrın idrakine en mükemmel şekilde anlatabilen Risale-i Nur gibi bir hakikate ihtiyaç vardır. Bütün insanlığın vebalini omuzuna alarak haykırıyorum ki, başka alternatifimiz kalmadı. Bunun aksini iddia etmek, komünizm hesabına hizmettir.
"Ben bunu tecrübemle söylüyorum. Bu fitneden vatanı, insanlığı ve kâinatın hukukunu korumak isteyen her kuvvet sahibi, önce Risale-i Nurun neşrini birinci plâna almalıdır. Yoksa kâinat bu zulme dayanamaz. Kıyametin kopmasına fetva verdirmiş oluruz. İnsaf sahiplerine havale ederim.
"Dualarını bekler, gözlerinden göperim."
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
ışık - avatarı
ışık
Ziyaretçi
13 Mayıs 2008       Mesaj #1588
ışık - avatarı
Ziyaretçi
Umut ve Yener

Solgun yüzü her geçen gün biraz daha soluyor, sanki hayat omuzlarına her geçen gün biraz daha yükleniyordu.Yaşamdan bıkmıştı, gözleri yılgın bakıyordu. Işıl ışıl olması gereken o gözler sönük ve bitikti sanki... Umut her gün ölümü biraz daha yaklaşmış olarak, daha 21'inde ölümü ensesinde hissediyordu. Umut ölüyordu... Aldığı o kemoterapi denen illet onu daha ölmeden öldürüyordu.. İlaç sonrası çektiği acıyı bir tek o biliyordu.. Umut ölüyordu..

Bir seferinde: "Ölmek istemiyorum." demişti doktoruna."Basket takımında idim, yeni bir klüpten transfer teklifi gelmişti, sonra gitar çalıyorum. Daha çalmasını öğrenmek istediğim çok parça var. Ben bir psikolog olacağım sonra. Bunları 6 aya nasıl sığdırırım söyler misiniz bana?" diye bağırdı. Umut'un sitemi sadece kaderine idi koskoca doktorun gözleri doldu. Umut ölüyordu..

Kendini çok kötü hissettiği bir gün ailesi onu gene apar topar hastaneye kaldırdı. Acil kan gerekiyordu. Aileden kimsenin kanı uymadığı için kan anonsla arandı. Yener o sırada hastanede yatan bir arkadaşını ziyaret etmekte idi. "Bu kan benim kanımla aynı!" dedi arkadaşına. Kan vermek için aşağı kata koştu.. "Kan vereceğim!" dedi, anons için geldim..

Yener ve Umut bu vesile ile tanıştılar. O gün Yener kan verdiği hastayı ziyaret etmek istemişti.. Nereden bilecekti ki o gün tanışacağı bu kişinin hayatının sonuna kadar onun en iyi dostu olacağını... "Geçmiş olsun!" dedi Yener Umut'a.. Umut: "Bana kan vermişsiniz. Sağ olun, ama zahmet olmuş, uğraşıp durmayın!! Nasılsa ben yakında ölüp gideceğim, ha bir gün önce, ha bir gün sonra ne fark eder değil mi?"

Yüzündeki açıkça okunan hüznünü umursamaz tavırlara bırakmak istiyordu Umut. Ama pek başarılı olamıyordu.. Yener elindeki gitarı yatağın kenarına bıraktı. Umut o zaman gitarı fark etti.. Demek gitar çalıyordu.. Umut'ta çalıyordu ama şu illet hastalığa yakalandığı son 9 aydır eline gitarı almamıştı. "Sen daha yaşarken pes etmişsin dostum!" diye başladı söze Yener. "Bak hayat savaş demektir. Kimi ekmek parası için savaşır, kimi bir parça toprak için, sen yaşamak için savaşmazsan, bu hastalık seni, sen ölmeden gömer,unutma!!" diye bitirdi sözünü.

Umut savaşmaktan yorulmuştu. Artık şu ölüm gelse de alsaydı onu, herkesin ona acıyarak bakmasından bıkmıştı. Aldığı ilaçlara bağımlı yaşamaktan nefret ediyordu. Hayattan buz gibi soğumuştu. Sanki boş bir mezar bulsa orada ölümü bekleyecekti, o denli bitmişti.

Yener bunları düşündü.. Umut'u çok iyi anlıyordu. Çünkü 2.5 yıl önce kaybettiği kız arkadaşı, canı, kelebeği de aynı Umut gibi gözleri önünde daha ölmeden ölüp gitmişti. Yener ona yardım edememişti, hem onsuz geçecek yıllarını düşünüp kendine acımaktan buna vakit bulamamış, hem de Ayşegül'de, kelebeğinde tam olarak bu hisleri anlayamamıştı.. Çünkü Ayşegül ile Yener'in de bir parçası ölüyordu.. Yener kelebeğini kaybediyordu. Ayşegül'üne yardım edememişti Yener, ama Umut'a edecekti.. O gün buna karar verdi.. Çünkü umudun gözlerindeki o sönmüş o ışık tanıdıktı.. Ayşegül'ünkilerle aynıydı.

"Bende gitar çalıyorum.." dedi Umut.. "Ama artık pek zamanım olmuyor. Çünkü hayatım yatakta geçiyor." Yener gitarını aldı, "Şimdi gidiyorum, annenlere söyle gitarını getirsinler. Yarın uğradığım da bir konser veririz ne dersin?"

Umut gülümsedi.. Bu çocuğu sevmeye mi başlamıştı ne? Gitarı ellerine aldılar. Yener öyle neşeli parçalar çalıyordu ki, Umut'un yüzü uzun zamandır böyle gülmemişti. Ne tesadüftü ki ikisi de aynı yaşta idi. Yener milli bir voleybolcu idi, Umut ise bir basketçi. İkisi de gitar çalıyordu ama Umut ölüyordu. Bu düşünceyi bir türlü aklından çıkaramıyordu Umut. Gülümsemesi yüzünde dondu kaldı. Yener Umut'un yüzünde yeni yeni parlayan ışığın yine sönüp gittiğini fark etti. "Ne zaman çıkıyorsun hastaneden?" diye sordu. "Yarın. Yazlık evimize gideceğiz." Sonra tekrar yüzünü gülümseme sardı. "Sen de gelsene."

Umutların evi denize bakan güzel bir villa idi. Kayalıklar arasındaki ev kuş bakışı tüm körfezi görüyordu.. Yener: "Hadi yüzmeye..." Umut: "Ama ben çok halsizim..." Yener: "Evde oturmaya devam edersen daha da halsizleşeceksin.", "Haklısın" dedi Umut..

Kayalara ulaştıklarında en yüksek kayanın ucunda durdu Yener. "Sence burası kaç metredir?" dedi. "Bence 3-4 metre var ve su sığ.." dedi Umut. Yener: "Ben buradan atlayacağım!" dedi. "Saçmalama, çok tehlikeli!" dedi Umut.

Yener kayaların ucuna gitti bir iki dakika durdu ve hiç tereddüt etmeden atladı.. Umut'un rengi atmıştı kayanın ucuna koştu. Bir iki dakika soluk alamadı ve Yener'in su yüzüne çıkıp ona el salladığını görünce bulunduğu yere çömeldi ve ellerini başının arasına alıp öylece kaldı..

Yener kıyıya çıkmış gülerek geliyordu. Umut'a yaklaştı.. "Nasıl atlayıştı?" diye sordu gülerek. Umut cevap vermedi yine.. "Umut???" dedi Yener.. Umut başını kaldırdı, ağlıyordu bağırmaya başladı.. "Sen delirdin mi? Ölebilirdin...."

Yener Umut'a baktı önce sonra elindeki havluyu yere atıp üzerine, Umut'un yanına oturdu.. "Gördünüz mü Umut bey? İnsanın gözlerinin önünde bir sevdiğinin ölüme gitmesi ne kadar zormuş? Tamam, sen kendini düşünmüyorsun, peki annenide mi de düşünmüyorsun? Dostun Yener'i de mi düşünmüyorsun? Varını yoğunu sana harcamaya hazır babanı da mı düşünmüyorsun? Gördün mü sevdiğinin eridiğini görmek ne zormuş? Sen ölmeden gömülmeyi seçmişsin, ölümden korkma demiyorum.. Ben de atlamadan önce bir iki saniye korktum ama korkunun ilacı üzerine gitmektir.. Savaş, bu korku ile üzerine git, daha savaşa başlamadan yenilgiyi kabul ediyorsun! Üzülme, bana bir şey olmazdı" dedi... Yener şaka ile ekledi: "Yener ölümü bile yener."

Sonra son derece ciddi şöyle dedi: "...ve Yener ile Umut bu hastalığı da yenecek... Söz veriyor musun?" Ağlamayı kesmişti Umut, Yener in söylediklerini dikkatle dinliyordu.. Yener bugüne kadar hiç düşünmediği bir şeyi anlamasına yardım etmişti. Onu sevenler de çok acı çekiyordu. Kendisi ve sevenleri için yaşamalıydı...Yener ayağa kalktı, Umut'a elini uzattı... Kenetlenen bu eller bir illeti, kanseri yenecekti...

O yıl yapılan ilik nakli ile Umut hayata döndü, ama asıl Umut'un hayata dönüş gününü sadece Yener ve Umut biliyordu sıcak bir yaz gününde kayaların üzerinde Umut tekrar doğmuştu...

Umut ve Yener dostluğu her yıl çığ gibi büyüyerek gelişti.. Ta ki geçen sene Yener bir trafik kazasında son nefesini verene dek.. 43 yaşında ki Umut, onsuzluğa alışmanın ne zor olduğunu bilerek, ama sevdikleri için hayatın acılarına katlanarak bir yılı doldurmuştu.

Yazlık evlerinin balkonunda yıllar önce hayata yeniden doğduğu kayalara baktı.. Ve seslendi: "Yener!!!" Küçük çocuk koşarak geldi. "Evet, baba...". "Gitar çalmayı öğrenmek istiyorsun değil mi?" Çocuk sevinçle bağırdı: "Eveeeeeeeeet....". "Koş o zaman, yatağımın baş ucunda asılı olan Yener amcanın gitarını getir, o gitar bu günden sonra senin gitarın olacak!" dedi..

Gerçek bir dostla kanser bile yenilebilir... Gerçek bir dostunuz var ise hayata her an yeniden doğabilirsiniz..
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Mayıs 2008       Mesaj #1589
arwen - avatarı
Ziyaretçi
O Kızı Yok Ettiniz

17 yasındaydım seni tanıdıgımda hani ilk görüste aşk derlerya,iste benimkide öyle olmustu.sen bir arabanın icinde bense kapının önünde oturmus etrafı seyrederken,birden göz göze geldik.icim ürperedi,kalbimin atısları degisti.
o gunden hep gelmeni bekledim.her yolunu gözledgimde geldin.bir gün yolumu kesip numaranı verdin ve aramanı bekliyorum dedin. o gece heyecandan sabaha kadar uyumadım. artık sadece hayalerimde degil,hayatımdaydın da.senden baska bisey düsünemez hale gelmistim.iste o zaman askı tanıdım.annem ilişkimizi ögrenmis,dısarı cıkma yasagı koydu.seni göremez olmustum,günler cehenem gibiydi.sen sabahın 5 inde kapının önüne geldin,ben pencereden atlayıp sana . o an degil annem,dünya umrumda degildi.aylar su gibi aktı.ben izmire okuluma döndüm,sen foca ya egitime.görüsmelerimiz aynı hizla devam etti,annem artık seni kabulenmisti.cok mutluydum ta ki o telefona kadar.telefonun ucundaki ses o benim erkek arkadasım aramızdan cekil diyordu.duyduklarıma inanamadım;o bunu yapamazdı,yapmazdı.ama yanılmıstım bir baskası icin cekip gitmisti.kendimi derslerime veremez olmustum,hayatım alt üst oldu.eve kapandım okula gidemez oldum.ve boylelikle okul hayatım da bitti.gelecegimi,askımı herseyimi yitirmistim.yasamak icin hic bir sebep bulmazken bu sıkıntı beni hastanelik etti.ilaclar,serumlar ama hicbiri icimdeki acıyı dindiremedi.herseye ragmen hayat devam ediyordu,hayatın bir yerinden tutmak zorundaydım.zamanla degismeye basladım,tam bir genc kız oldum.kimseyi hayatıma sokmuyacaktım ama olmadı.ve kalbimi birine actım.onunla beraberken bile fotorafın cüzdanımdaydı,yırtamazdım.o da senin gibi cıktı,yine baskası girmisti aramıza .bu sefer gucluydum,sogunkanlı davrandım.ondanda ayrıldıktan sonra kimseye güvenmedim.artık darbe yiye yiye darbe atmayı ögrenmistim kşmseye acımıyordum.ben aglatıyor,acı cektiriyordum.biz zamanlar gelinlik hayaleri olan,üniverste hayaleri olan,hayatı hep iyi yönleriyle goren gören kız kayıp olmus gitmisti.sevgiye hasretim artık hayatım böyle sürüp giderken yıllar sonra karsımdaydın.evlenmistin,bir kizin olmus kiminle evlendgini merak etmistim sormak istedim yapamadım.gözlerimde kalan son bir yas damlalarını yine senin icin akıttım.mutlu ol ama bana yasatıklarını yasadıktan sonra...
ışık - avatarı
ışık
Ziyaretçi
13 Mayıs 2008       Mesaj #1590
ışık - avatarı
Ziyaretçi
Oğula Sesleniş - Cenk Koray


Sizin hiç canlı canlı kolunuzu kestiler mi?
Hiç elinizi uzattınız mı ocakta yanan ateşin üzerine?
Demir tokmakları, başınıza başınıza
indirdiler mi iri yarı adamlar?
Gözü dönmüş birileri kırdılar mı parmaklarınızı?
Tel örgülere takıldı mı sırtınız yerlerde sürünürken?
Birisi gelip kolunuzu kıvırdı mı arkaya,
zorlayarak "çat" diye kırıverdi mi?
Çaresizlik denilen; çaresi bulunmayan tek gerçek,
sarıldı mı boğazınıza?
Adamın biri gelip iki gözünüze
iki parmağını sokup, kör etti mi sizi?
Büyük değirmen taşlarını getirip
koydular mı üzerinize, sırt üstü yatarken?
İyice bilenmiş bir bıçağı böğrünüze sokup
çevirdiler mi 360 derece?
Ayağınız kayıp yola düştünüğünüzde,
bacağınızın üzerinden hiç kamyon geçti mi?
Su diye size uzatılan bardağı kafanıza diktiğinizde
içinde asit olduğunu fark ettiniz mi?
Demir bir çubuk boğazınızdan girip
boyununuzun arkasından çıktı mı hiç?
Yolda sessiz sakin yürürken, aniden birisi gelip suratınızın
en ortalık yerine muhteşem bir yumruk savurdu mu?
Balkondan düşen koca bir saksı,
tam kafanızın ortasına indi mi?
Evinizin alev alev ateşler içinde yandığını seyrettiniz mi?
Bir insanın sel suları içinde çırpına çırpına
can verdiğini gördünüz mü?
Veya bütün bunları görmemiş,
yaşamamış bile olsanız, biraz düşününüz.
İşte bunların hepsi bir anda, benim başıma geldi.
19 yıl babalık etmeye çalıştığım, Allah'ın bana emaneti,
canım, gülüm, hayatım,her şeyim, bir tanem,
sebeb-i hayatım, evladım, oğlum Nihad, 3 dakika içinde
yok olası kollarımın arasında ölüp gitti.
Yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Kapının camı şahdamarını kesmişti.
Fıskiye gibi kan fışkırıyordu. Kan fışkırıyordu,
umutlarım, istikbalim, hayatım yerlere dökülüyordu.
Bana yakın durması gereken ölüm, beni ölmeden öldürüyordu...
Bugün senden ayrılalı tam 1 yıl oldu.
365 günün, bir tanesinde bile seni göremedim, elini tutamadım,
yanağını öpemedim, bağrıma basıp sıkı sıkı sarılamadım.
Evde tek başıma otururken, kapıda anahtar dönmedi
ve sen içeriye girmedin.
Bir tek gece odanın ışığı yanmadı. Ben kapını açıp,
"yatıyorum, sen yatmıyor musun?" diye soramadım...
Yaşamak canımı sıkmaya başladı.
Gül, senin aradığına dair bir tek not vermedi tam 365 gündür.
Bu kadar çabuk mu unuttun beni diye
düşünüyorum zaman zaman.
Ama beni unutmayacağını, unutmadığını biliyorum,
ben de biliyorum, halan da biliyor, enişten de, Ece de.
Ama oradan bir bağlantı kurulması mümkün değil...
Günler geçiyor arslanım. Her geçen dakikayı beni sana
yaklaştırdığı için seviyorum. Eskiden nasıl üzülürdüm
zaman geçiyor, birgün senden ayrılacağım diye .
Ama şimdi her şey tersine döndü...
Her şeye tahammül edebiliyor insan.
Allah böyle bir sabır vermiş kullarına.
Ama tahammülü mümkün olmayan bir tek şey var.
Senin sevginden mahrum olmak. Bunu hissedememek.
İşte ölmeden bu öldürüyor insanı.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat