Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 134

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.973 Cevap: 1.812
H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
12 Ekim 2007       Mesaj #1331
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
SON YAPRAK

Sponsorlu Bağlantılar
Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse
tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur
bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı.
Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.

Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürree hastalığına yakalandı.
Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken
o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...

Geriye doğru sayıyordu; "Oniki" dedi, biraz sonra da "onbir"; arkasindan
"on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardina "sekiz" ve "yedi".
Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?
Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki
tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş,
yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.

Dönüp arkadaışna "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde" altı" dedi.
"Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı.
Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı.
İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi."
"Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı. "Yapraklar, asmanın yaprakları.
Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu."

Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü.
Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum.
Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü
görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gidecegim." diyerek cevap verdi.

Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama
ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama.
Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen
arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş
gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen
rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu.

Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi
tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak,
yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu.

"Bu sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm.
Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim."
Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma
yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı.

Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır
aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı
hâlâ yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra
arkadaşına seslendi. "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan
olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu.

Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin." dedi.
Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya
bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree.
Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama
daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.

Ertesi gün doktor : "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi.
O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki
yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.

Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken
bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir
haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti
kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene
sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine
karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça
bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman
bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam,
son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.




O.Henry

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ekim 2007       Mesaj #1332
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşkımızı Öldürmeyelim

Sponsorlu Bağlantılar

Geçen gün işten eve dönerken,genellikle kitap okuduğum halde o gün canım kitap okumak istemedi ve bende camdan dışarı bakmaya başladım,aslında gördüklerim hep aynıydı,tanıdık evler,tanıdık ağaçlar ve dükkanlar...sonra birden yoldan gecen araçların içine bakmaya başladım.Aslında onlarda tanıdıktı aracın içindeki insanlar genellikle yola bakıyorlardı ve birden bir şey fark ettim. Yanımdan geçen araçların içindeki insanların çoğu sadece dışarıya bakıyordu, şoför koltuğunda oturan adam sola bakarken yanındaki kadın da sağa bakıyordu, arka koltukta da, ya çocuk ya da eşyalar oluyordu ve bu insanların yaşları orta yaş civarıydı yani evliydiler ya da uzun süredir birlikteydiler, diğer taraftan birbirlerine bakarak ve konuşarak seyahat edenlerin ise ya flört eden ya da nişanlı belki de yeni evli çiftler olduğu anlaşılıyordu. İşte o an kafamda bir şimşek çaktı ve o günden sonra kitap okumayı bırakıp hep yolda yanımdan geçenlere bakarak tahmin etmeye çalıştım, kimler evli ya da uzun süreli beraberlik yaşıyor, kimler daha işin başında. Lütfen sizde yoldayken bir bakın, seyahat ederken önüne ya da camdan dışarı bakarak gidenlerin çoğu evli, ama konuşarak ve birbirlerine bakarak gidenlerin çoğu bekar ve işin daha çok başında. O zaman anladım ki, aşkı evlilik öldürmüyor aşkı uzun süreli beraberlikler ve yaşanan monoton heyecansız birliktelikler öldürüyor, işte o zaman kendi beraberliğime dışarıdan bakmaya çalıştım ve ne gördüm dersiniz. Hayatın akışına kapılmış, evden işe, işten eve koşuşturan, hayatında yeni hiç bir heyecanı olmayan ve çok uzun süredir gerçekten dolu dolu sohbet etmeyen, sadece çocuktan, işten ve sıkıntılardan konuşan, akşam yemekten sonra televizyon karşısına geçen ve kanepede (ayrı ayrı kanepelerde) uzanan bir çift gördüm. O gün kapıldığım dehşeti anlatmam oldukça güç, bize ne olmuştu, her şeyi unuttuğumuz, beraber olabilmek için bütün zorluklarına katlandığımız beraberliğimize ne olmuştu? Yaşadığımız heyecan nereye gitmişti? Nasıl bitmişti ve biz farkına varamamıştık? Sonra çevreme baktım ve diğer çiftlerinde bizim gibi olduğunu gördüm.İşin komik yanı insanlar bu hale gelirken, fark etmiyorlardı ve başkasının hayatının bu hale geldiğini anlattığınızda "vah vah" diyorlardı, oysa onlarda aynı durumdaydılar, sadece öyle bir şey yokmuş gibi davranıyorlardı. Herkes bir başkasının hayatına imrenir, İnternet te chatleşerek kaybettiği bu heyecanı bulmaya çalışır bir hale gelmişti. Birden eşimin de evdeyken çoğu zaman nete girdiğini fark ettim,ve gördüm ki ben onu ve aynı şekilde o beni sadece eşi olarak görmeye başlamıştı, işte o gün bu gidişe bir dur demeye karar verdim. Ama ne yapabilirdim, bununla ilgili dergilerde pek çok yazı olduğunu fark ettim, itiraf etmeliyim yapılan önerilerin pek çoğu uygulamada problem olan maddelerdi, ayrıca onları yaparsam başkasının elbisesini giymiş gibi olacaktım,ben kendi çözümlerimi bulmak istiyordum. Onlarında verdiği öğütleri baz alarak,oturdum ve kendimce bir acil durum planı çıkardım ve uygulamaya başladım. Öncelikle eşimle birlikte çocuğumuz olmadan baş başa yemeğe çıktık, itiraf ediyorum ilk denememiz biraz zor oldu, çünkü eskisi gibi konuşacak konu bolluğu yoktu, işten güçten ve çocuktan bahsetmemeye karar vermiştik, evde daha az tv seyretmeye onun yerine müzik eşliğinde sohbetler yapmaya başladık ve en önemlisi birbirimize karşı çok açık olduk, sohbetten sıkılan bunu diğerini kırmadan söylüyordu, aramızda zorlama olmamasına dikkat ettik. Baş başa sinemaya gittik ve bunu yıllar sonra yaptığımızı fark ettik, birbirimize telefondan mesajlar çektik, içimizden geldiği an ve geldiği gibi olmasına özen gösterdik ve birbirimiz için kendimize özen gösterdik, hafta sonları ben eşofmanlarımı üzerimden çıkardım, daha özenli giyindim, tıpkı flört ederken eşimin beni ziyarete geldiği günlerdeki gibi, eşimde hafta sonları tıraş oldu, daha özenli giyindi, deniz kıyısında hafta sonu yürüyüşleri yaptık,pamuk helva yedik ve sohbet ettik. Kısacası, eşimi sadece eşim olarak değil, sevdiğimiz insan olarak görmeyi ve onu yeniden sevmeyi öğrendim, bu gün ondan bir gün ayrı kalsam, eşimi yeniden özlüyorum, onunla küçük kaçamaklar yapmayı dört gözle bekliyorum ve artık eşim internette chat yapacaksa benimde yanında olmamı istiyor ve nete çok daha az giriyor .Bunları niye yazdığıma gelince, hiç bir şey için geç olmadığını düşünüyorum, birlikte olduğumuz kişinin değerini onu kaybetmeden fark etmeliyiz diye düşünüyorum ve kendimizi hayatın akışına kaptırıp sevdiklerimizi ihmal etmeyelim.


Yüzme Bilmeyen Balık

KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
14 Ekim 2007       Mesaj #1333
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
Aşk
...Aşk eski bir hikayedir ama her zaman yepyeni...Ve aşk, öyle engin bir deryadır ki, ne kenarı vardır, ne de ucu bucağı...
Sana desem ki;
'Aşk kalbin göklere yükseldiği altın merdivendir.' Bilmem yeterli ulurmu?
Aşkın ilk soluğu, mantığında son soluğudur.
Bitmeyen bir şarkıdır aşk...Dudaklarda türkü, ruhu açan baharın gelişi gibi...Nasıl, nereden gelir bilinmez, öyle sessiz ve güçlü...
İnsan kalbindeki gerçek aşk dört nala giden bir attır. Ne dizgin anlar, ne ses dinler...
Aşk insanı kılıçsız zapteder ve ipsiz bağlar.
Aşkı anlatmak, suya mektup yazmaktan farksızdır.
Aşk işte, AŞK...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Ekim 2007       Mesaj #1334
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ayrılık


Biliyorum konuşacak birşeyimiz kalmadı, paylaşacak hiç bir şeyimiz yok.
Yine de yüreğimden gücümün yettiği yere kadar sana sesleniyorum,
seninle konuşuyorum... Bugün sana olan kırgınlığımı rafa kaldırdım,
sevgimi aldım avuçlarımın arasına, ona sığınıyorum... Cümlelerimi kısalttım,
kelimelerim buruk, gülüşlerim istenmeyen dudaklarımda...

Bir ihtimal gelişine sığındığımı farkettiysem de, engel olamadım gurursuz
ama umutlu hasretine... Bugün gönlümü hoş tutmak istiyorum,
imkansız olan her rüyaya inanasım geliyor... Bir çocuk gibi
isteklerimi bastıramıyorum... Çalmayan telefonuma elim gidiyor,
sana halen bende olduğunu ısrarla yazmaya çalışıyorum... Bende olan seni,
hiç kırmadım, değiştirmedim ve hep korudum desem de, sendeki benin
nasıl olduğunu, gülüp gülmediğini anlamsız bir sıkıntıyla merak ediyorum...

İçimdeki güzelliğine inanıp inanmamanı artık umursamıyorum!
Üşüyorum, bu üşüme yalnızlığımdan geliyor ve sarıyor her tarafımı...
Tutunabileceğim hiçbir güzellik yok, hatırlamaktan usanmayacağım
anılarım dışında... Isınabilmek için onlara sarılıyorum...
Anlamsız ve cevapsız sorular hıhzırca sırıtıyor, ben görmemeye
çalışıyorum... Düşler uzak gibi görünüyordu ama yakındı...
Belki de görmeyi istemek gerekiyordu... Gözlerini aç desem kapatacaksın
ama kapatma gözlerini! Kendime bir demet papatya aldım ama bakmadım
falıma... Gözlerimi gelişlere verdim, gözlerimdeki hüzün bile seni özlemiş
itiraf etti sonunda... Düşüncelerim gururlu, hayallerim ve sevdam değil...
Gelseydin, kendimi unutup sana koşacaktım, susturacaktım içimdeki isyanı,
kavgaların ortasında bir güneş gibi doğup ısıtacaktım yüreğini,
sevinçten ağlayacaktım bu defa, mutluyken hemen sarhoş olmuşum gibi,
dokunacaktım, sarılacaktım. Ama gelmedin, gelemezdin belki de gelmeye de
hiç niyetin yoktu aslında... Kendimi kandırdığımı anladığımda ağlıyordum...

Eskiden kimi şarkıların ne kadar anlamlı olduğunu düşünürken, şimdi
ayrılığın ardından çalınan her şarkı umutsuzluğumu ve sevgimi anlatıyormuş
gibi geliyor... Sevdiğim ne çok şarkı varmış, bunu senin gidişin gösterdi
bana...
Her şarkıda sen varsın, her yerde, her gördüğüm insanda, denizde,
gecede, uykumda... Nasıl beceriyorsun her yerde olabilmeyi...
Bu bir marifetse eğer, neden benim yanımda degilsin ki?
Gözyaşlarım asilliğini yitiriyor ve yenik düşüyorum sevdana...
Gittin! Belki de hiç gelmemiştin ben, geldiğini sandım... Ayak uyduramadım
yorgunluğuna... Dudaklarına düşlerindeki öpüşü konduramadım...

Kimi zaman bir çocuk oldum gülüşlerinde şımaran, kimi zaman bir kadın;
dokunuşlarında kendini bulan... Ama! En çok da imkânsızın oldum...
Her gelişimde bir kez daha gönderdiğin oldum... İnanamadığın, Yenemediğin,
üzerinden atlayamadığın korkuların oldum... Ağladığın, bağırdığın ya da
sustuğun isyanın oldum, sessizce boşalan gözyaşların, birikmişliğin oldum...
Yüreğindeki kadın ben olmak isterken yüreğine sığınan ve tozlanacak olan
bir anı oldum... Haketmediklerin, artık yeter dediklerin ve herşeyin olmak
isterken
belki de hiçbir şeyin oldum... Söylesene ben gerçekten senin neyin oldum?
Sesin hep uzakları çağırıyordu, ben üstüme alındım, sana geldim...
Bilseydim, bana ait olmayan bir seslenişi sahiplenir miydim?

Şimdi bir mevsimlik aşk kaldı avuçlarımda sadece bir mevsim yaşanan
ama bir ömür gibi gelen aşk... Kalbime henüz söyleyemedim gittiğini,
öğrenirse onun da acı çekmesinden korkuyorum... Seni halen
benimle biliyor ve seviyor ama ben kalbime ilk defa yalan söylüyorum...
Gittin! Sevdamın yokluğuna alışabilirim belki ama sesinin uzak yolların
sonunda olması acıtıyor içimi... Suskunluğun en büyük silahındı,
suskunluğunla vurdun beni asıl acı olan, canımı acıtan unutulmak...

Söylesene unutulmak kime yakışıyor?
Unutan sen olsan da sana bile yakışmıyor ...

Merak etme, üstüne giydirmedim bu duyguyu, unutulmayan olmak
sende daha güzel duruyor... Görüyorsun işte, aşk'a ve sana ihanet etmiyorum.
benim kırgınlığım aşk'a... Sen üstüne alındın...


Hüseyin İrek
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
14 Ekim 2007       Mesaj #1335
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Mavi Kazak

Günlerden bir gün kızın çok sevdiği kocası kaza geçirir. Kız hemen hastaneye koşar. Çocuğun kaza günü üstünde mavi bir kazak vardır. Bu kazağı karısı almıştır adama. Karısı o kazağı kanlar içinde görür! Çok üzülür adam hala hastanede yatmaktadır ve 2 gündür hiç aralıksız uyumaktadır! Sevgilisi adamın başında onun elini tutarak eski hatıraları canlandırır. Gözünün önünde bunlardan bir tanesi de şudur: karı koca bir gün bisiklete binmeye çıkmışlardır ve o sırada aşırı derecede yağmur başlamıştır. Kadın kocasına bir gün bizim kızımız olursa adını Yağmur koyalım bizim yağmurumuz yaz yağmuru olsun demiştir. Adam da o masumiyetiyle bunu onaylamıştır! Ve tam o sırada makineden sesler gelir ve adam gözlerini açar sevgilisi ağlamaya başlar. Ne olur sakın elimi bırakma gitme der adam ona:a rtık o yürüdüğümüz sarı yapraklı yolda tek başına yürüyeceksin seni bensiz bırakıyorum aşkım affet beni. Son bir kez küçücük bir öpücük ver bana der ve kadın bunu yapar! Sıcacık dudaklarına bir öpücük kondurur ve makineden ince bir ses gelir. Adam artık ölmüştür aradan 1 sene geçmiştir. Kadın o sarı yapraklı yolda tek başına yürürken bir yandan sevgilisinin ona aldığı yüzüğe bakar bi yandan da hep söyledikleri şarkıyı söyler;

SANA RÜYA DİYEMEM
SENDEN UYANAMAM Kİ
NEREDE OLURSAN OL
SENİNLEYİM BEN
SANKİ BULUTLU
GÜNEŞİMSİN SEVGİLİMSİN BENİMSİN
YAZ YAĞMURUM KIŞ GÜLÜM
NEŞEMSİN KEDERİMSİN
SENİNLE DOLU DÜNYAM
GÜNDÜZÜM GECEM SENSİN
ÖLSEM DE AYRILAMAM
BENLİĞİM RUHUM SENSİN
HER YERDE HATIRAN VAR
HER ŞEY SENİNLE DOLU
HER ŞEY DE SENİN İZİN
BU YOL AŞKININ YOLU
ALAMAZ BİN SEVGİLİ KALBİMDEKİ YERİNİ
SANKİ İÇİMDE AÇAR BU SARMAŞIK GÜLLERİ. . .

Feyza Obuz
frog_into_prince - avatarı
frog_into_prince
Ziyaretçi
15 Ekim 2007       Mesaj #1336
frog_into_prince - avatarı
Ziyaretçi
Rüzgar Ve Güneş


Güneş ve Rüzgar, hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışırlar. Ve rüzgar.

- "Sana benim daha güçlü olduğumu kanıtlayacağım "der.

- "Şuradaki yaşlı adamı görüyor musun hani şu üstünde palto olan. Bahse girerim o paltoyu üstünden senden çok daha çabuk sokup alabilirim."

Bu denemeye razı olan güneş bir bulutun arkasına gizlenir ve rüzgar bir fırtına gücüyle esmeye başlar. Ancak rüzgar şiddetini ne kadar artırırsa yaşlı adam da paltosuna o kadar sarınır. Sonunda rüzgar pes edip durulur ve güneş bulutun arkasından çıkarak yaşlı adama sıcacık gülümser. Bunu gören yaşlı adamın yüzünde bir hoşnutluk ifadesi belirir. Ve paltosunu çıkarır.

İddiayı kazanan güneş rüzgara;

"Dostluk ve Naziklik her zaman haşinlik ve zorbalıktan daha güçlüdür..." der.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ekim 2007       Mesaj #1337
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ah! Çocuk


Mutluluklar pazarlarda alınıp satılır oldu. Betonlaştı gözyaşları, yürekler katılaştı. Kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye acımıyor, yanmıyor. Güzellikler bile parayla alınıp satılıyor artık. Namussuzlar çoğaldıkça namuslular azaldı. Makamlar büyüdükçe beyinler küçüldü. Herkes firsattan istifade edip cebini şişirmeye çalışıyor, yetimin, yoksulun kakkına tecavüz ediyor. Gözlerde güneşin sıcaklığı, vicdanlarda doğruluğun aklığı kalmadı çocuk. Yürekler gibi gözlerde kirlendi. Sevinçlerimizi, şiirlerimizi, kitaplarimizi yok ettiler, alıp götürdüler bizden uzaklara insani duygularımızı. Toprağımız küs şimdi bize, ğögümüz de küs. Bilmem ki nasıl anlatılır sahtekarlığın, cüzdanın ve vicdanın kirlenmişliği bir ülkede . Erdemin, fazilletin, sevginin ve dostluğun çürümüşlüğü.

Gökyüzü hepimizin değil mi? ya yeryüzü. Neden vicdanları gibi gökyüzünüde, yeryüzünüde kirletirler çocuk. Doğaya, insana, kuşa, çiçeğe, emeğe bu düşmanlık niye... Bilmezlermi ki, bunları sevmekle başlar yaşam. Bu kin, nefret ve düşmanlıkla nereye varacak dünyamız. Bunlar sevmeyi bilir mi çocuk? zerre kadar bir vicdan taşımışlar mı yüreklerinde?
Hayatta hiç sevmişler mi bir ırmağın türküsünü? Gümbürtüsünü bir ormanın durup dinlemişler mi? bir pınarın akışını, yağmurun yağışını?. Bir türkünün, bir şiirin güzelliğini, bir dostluğun ve sevdanın sıcaklığını yaşamışlar mı hiç? Gülümsemişler mi çocuklara bahar gülleri gibi, okşamışlarmı saçını bir öksüzün. Vurmuşlar mı sesini dağlara, çağlayanlara? Oturup ağlamışlar mı yavrusu vurulmuş bir cerenin acısına. Duymuşlar mı oğlu mahpus bir ananın feryadını yüreklerinde...

Yalvarma güzel çocuk, dillerini utandırma. Utandırma dillerini, dillerin ki dağ yelidir senin; Pınarların sesi, kuşların ötüşüdür. Bükme boynunu gözlerini utandırma, gözlerin gökyüzüdür senin, mavi gülüşlü bir çiçek. Yalvarma çocuk; sesini utandırma. Gülün kokusudur sesin; rüzgarın nefesi, ırmağın türküsüdür. Yalvarma çocuk; ellerini utandırma. Yokluk, yoksulluk kötü bilirim. Umudu, sevinci, onuru utandırma. En güzel senin ellerindir çocuk ekmeği tutan, suya uzanan.

Ey çocuk yoksulluğunu öfkeli bir bıçak gibi taşı yüzünde ama yalvarma, utandırma yüzünü. Utancını ve hıncını güneşin sarısı gibi yüreğinde sakla. Unutma seni ağlatanları. Unutma utanması gerekenleri ama sen ağlama, utandırma gözyaşlarını. Aşk için ağla, dostluk ve sevgi için. Ama yoksulluğun için ağlama, yalvarma, utandırma gözyaşlarını çocuk. Bırak dereler ağlasın senin yerine, rüzgarlar, pınarlar ağlasın ama sen ağlama. Deli taylar gibi sev yaşamı, aşkı sevgiyi ve umudu. Yüzün her koşulda onuru, öfkeyi, sevinci, direnci taşısın; Yılgınlık, bezginlik olmasın. Yeri geldiğinde sormalısın yoksulluğun hesabını..

Elimden tut ey çocuk; utandırma ellerini. Tut elimden güneşe yürüyelim, sevince, umuda, neşeye yürüyelim. Tutki güneş doğsun, serçeler sevinsin. Zulümler, karanlıklar çekilsin üstümüzden. Tut ki tomurcuklar açsın, büyüsün çocuklar, serceler ucsun, tohumlar ekilsin, yeşersin umutlar. Bir demet ışık saçılsın dünyaya, kapılar açılsın, kalmasın esaret, ezilmişlik, açlık. Kimse kimseye avuç açmasın, çocuklar ağlamasın, utanmasın analar, babalar yoksulluktan yokluktan.

Ah… çocuk!
vakitsiz açan ,bir çicçek tarlası gibi yüreğin
beyaz kardelenler, sarı papatyalar
bükmüş boyunlarını ip - ince boynundan
güneşe bakıyorlar...

her iç çekişte
dünyanın bütün çiçekleri kanamada
bütün kuşları havalanmada
umudun evi yok, sevincin adresi
neylersin çocuk...

ah…. çocuk!
vereceksen, rüzgarlara ver sesini, tomurcuklara
baharı muştulasın yarınlara

mümkünü yok artık, gittiğim her yere
soluk yüzünü taşıyacağım
ve seni her düşündüğümde
çağımın utancını yaşayacağım ah! çocuk
Nuri Can
frog_into_prince - avatarı
frog_into_prince
Ziyaretçi
15 Ekim 2007       Mesaj #1338
frog_into_prince - avatarı
Ziyaretçi
ALTMIŞDÖRT



Her yanı sarmıştı soluk siyah duvarlar… Kimse giremiyordu içeriye, kimse cesaret edemiyordu olmayan pencerelerden dışarıya bakmaya, kimse yoktu içeride Vosviddin’den başka. Göz kapaklarını araladı uykusuzluğunun arasından. Dizlerini çekmiş, bir eli kafasının yanında, diğer eli boşlukta, yatıyordu gri duvarların yatağında. Bitkindi, yorgundu, gitgide uzayan yaşlı duvarlar gibi. Yavaşça kalktı yerden. Arkasına yaslandı, dizlerini kendisine doğru çekti elleriyle. Kafasını kaldırdı, uzağa baktı, soluk duvarların sıkıştırdığı siyah noktaya. İçine giremeyeceği kadar derin, dokunamayacağı kadar soğuktu dört duvar. Pencereyi kapatmaya çalıştı soğuktan korunmak için, pencere yoktu. Çıkmak istedi dışarıya oynamak için, dışarıda oyun yoktu. Tüm oyunlar bozulmuştu, tüm taşlar devrilmişti siyah-beyaz karelerin üzerine, ve atlar vurulmuştu. Nasıl girdiğini bilmiyordu buraya, nasıl toplayacağını bilmiyordu taşları. Üzerine gelen dört duvar vardı. Donmuştu sanki hayatı, nefes alamıyordu, hareket edemiyordu, kaçamıyordu, duvarlara çarpıp yeniden önüne düşüyordu düşünceleri. Kaç defa saklamaya çalıştı düşüncelerini, kaç defa kaydılar ellerinin arasından hayatı gibi. Dizlerinin üzerine koydu kafasını. Ağır ağır kapandı yorgun göz kapakları, yığıldı çevresinde duran düşüncelerinin üstüne. Uykuya daldı derin, soluk duvarların içinde.
Sessiz bir sese uyandı, kafasını kaldırdı yerden. Sarı saçlı, donuk bir kız vardı karşısında oturan, kendisi gibi duvara yaslanmış, ufak ayaklarını elleriyle tutmuş. Kafasını kaldırdı Vosviddin yeniden, yukarıya, uzaktaki siyah noktaya baktı. Duvarları inceledi şaşkınlıkla. Kızın içeriye nasıl girdiğini anlamaya çalıştı, yapamadı. Yanağından düşen göz yaşını yakaladı kızın. Nereden geldiğini sordu ona, kız “Dışarıdan…” diye cevap verdi, sessizce. Dışarıda ne olduğunu sordu, cevap alamadı. Nasıl girdiğini sordu buraya, cevap vermedi donuk kız. Duvarların arasına sıkışıp kalmıştı o da, daha hızlı nefes alıp veriyordu hayatından, kaçmaya çalışıyordu boşluktan derin siyaha takılmadan. Vazgeçti Vosviddin, soru sormadı başka, başka cevap vermedi küçük kız. Yeniden yaslandı siyah noktayı tutan duvara, korkusu ellerinin arasında. Kafasında pencereler çizdi yamuk çizgilerle. Siyaha boyadı bacalı evleri, gökyüzünü de beyaza. Kahverengi bulutların içinden geçti gökyüzüne dokunmak için uzattığı elleri, teğet geçti bilerek cebinden düşürdüğü kabuslarına. “Kar tanesine dikkat et” dedi tiz bir sesle donuk kız, Vosviddin irkildi. Kıza baktı. Hareketsizce duruyordu saatlerdir, hiç kaçmaya çalışmadan, duvarlara çarpmadan. Yere baktı Vosviddin, kar yoktu. Hiçbir yerde yoktu. Anlam veremedi. Konuşmaya çalıştı kızla yeniden yerdeki düşüncelerini toplayarak, yapamadı; gülümsemeye çalıştı, duvarlara çarptı, dondu, kaldı. Ne olabilirdi dışarıda devrik taşlardan başka, ne vardı farklı olan. Çıkmak istiyordu dışarıya, küçük, sessiz kızın geldiği yere. Taştan bir kapana kısılmıştı, ne kaçabiliyordu bu tuzaktan, ne de çırpınabiliyordu. Daha çok acıyordu canı her geçen saniye, daha fazla kırmızıya bulanıyordu duvarlar. Kıza elini uzattı, kız tepki vermedi, belki de kaçamayacağını bildiği için, kim bilir, belki de. Bir yağmur damlası belirdi gri duvarların tepesinde, düşmeye başladı yere doğru, acele etmeden. Küçük kız kaldırdı kafasını ilk defa, ellerini iki yana açarak. Damlanın düşüşünü izledi korkuyla. Yüzüne çarptı damla. Ve kız yavaş yavaş yok oldu, gri duvarların arasından, hiç ses çıkarmadan.
Uyandığında dört duvar arasında buldu kendisini çelimsiz çocuk. Şaşırmıştı, nerede olduğunu veya nasıl oraya geldiğini bilmiyordu. Kafasını kaldırdığında, uçsuz bucaksız duvarların taşıdığı siyah noktayı gördü. Gidecek bir yeri yoktu, kapana kısılmıştı. Gri odanın tam ortasındaysa bir dört duvar daha vardı, yine ucu görünmeyen. Bir kar tanesi süzülerek girdi karşısındaki penceresiz duvarların arasından. Ve gözden kayboldu.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ekim 2007       Mesaj #1339
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşkın Dili


Hep "aşkın dili olsa da konuşsa" deriz.
İşte bir gün aşk konuşmaya başlamış ve demiş ki:
Ey insanlık hep peşimden koştunuz, bana ulaşmaya çalıştınız. Aslında bana ulaştınız ama hiç fark etmediniz. Benim için ağladığınız zaman bile size hep yalan, belki de şaka gibi geldim. Bana hep yakıştırmalar yaptınız. Size bir hikaye anlatayım. Bir gün küçük bir köpek kuyruğunu yakalamak için hep kendi etrafında dönüp duruyormuş ve büyük köpek dayanamayıp
“ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sormuş.
Yavru köpek de,
“bana ancak kuyruğumu yakaladığım zaman mutluluğa ulaşacağımı söylediler. Ben de onun için uğraşıyorum” diye cevap vermiş.
Büyük köpek gülmüş ve
“ben de küçükken senin gibiydim. Hep kendi etrafımda döner, kuyruğumu yakalamaya çalışırdım ama bir gün durdum, düşündüm ve yürümeye karar verdim işte o zaman anladım ki zaten o benim peşimden geliyordu.”
İşte şimdi anladınız mı? Aşk; bir köpeğin kuyruğu gibidir ki ona ulaşmak için peşinden koşmanız gerekmez, o zaten her hareketinizde arkanızdan gelir.



Anonim
frog_into_prince - avatarı
frog_into_prince
Ziyaretçi
15 Ekim 2007       Mesaj #1340
frog_into_prince - avatarı
Ziyaretçi
Art


Ne oyuncu vardı, ne de kamera… Sahte dekorlar kaybolmuştu siyah-beyaz setin içinde; devrik evler, kırık cam parçaları, ışık, metal güneş… Her şey saçılmıştı çevreye, metal güneşin yaktığı kırık cam parçaları ve kesik filmler gibi. Kimse toplamak istemiyordu parçaları, keskin kenarının canını yakmasından korktuğu için. Ya da yalnızca; cam parçalarını, kesik filmleri birleştirdiğinde kameranın eskisi gibi çalışmasından, filmi yeniden izlemek zorunda kalmaktan korkuyordu herkes. Bu yüzden bozuk hayalleri gibi dağınıktı setteki her şey. Oyuncuların uzun, siyah gölgeleri beyaz yoldaydı hala; sahte gülümsemeleri, yere düşen plastik gözyaşları yankılanıyordu; yaşlı yönetmenin sesi duyuluyordu boşlukta… Ortasında duruyordu setin Vosviddin, ama baş rolde değildi bu kez.
İlerideki yıkık dekorlara doğru yaklaştı, gölgelere, plastik gözyaşlarına basmadan; uzun, kahverengi yolun içinden. Yerde kırık, eski bir kulübe vardı, birkaç tahta parçasıyla yapılmış. Yerden kaldırdı kulübeyi ağır ağır, dengede tutmaya çalıştı… Yapamadı. Bir tahta parçası buldu uykusuzluğunun arasından, yeniden denedi; tahtayı koydu bu defa ardına. Dengede tutmayı başardı. Bir adım attı geriye doğru, ve bir adım daha… Kafasını kaldırdı… Yerde, ağaçların arasında duran güneş gözünü aldı. Elini eski kapıya doğru uzattı; kulübe sallandı. Açtı yavaşça, bir adım attı içeriye doğru… Hızla değişti her şey adımını attığında, geriye sarıldı bir kaset gibi… Arkasında bıraktığı iki taraflı kapı sallandı boşlukta. Herkes Vosviddin’e çevirdi gözlerini; yuvarlak masada içki içen kovboylar, barı silen barmen, tavanda dans eden kızlar… Tek hareket eden Vosviddin’di durgun karmaşanın içinde, tek kalbi atan oydu sanki; tavanda asılı duran büyük, bakır avizeyle birlikte. Ne olduğunu anlamadı, dondu, kaldı. Köşede, dizlerini kendisine doğru çekmiş oturan küçük bir kız vardı, hiçbir yere ait olmayan, çevresindeki her şeyden farklı olan. Kıza doğru yaklaştı; diğerleri gibi değildi, siyah-beyazdı. Elini uzattı kıza, kız da ona… Yelkovan ağırlaştı, akrep itti arkasından… Ve hızlandı bir anda, yeniden. Barmen barın arkasına saklandı, kovboylar birbirleriyle kavga etmeye başladı… Vosviddin kaçmaya çalıştı kızın elinden tutarak, kurşunların arasından geçti. Dışarıya attı kendisini kızla birlikte… Yerden kalktı; kız yoktu yanında… Arkasına baktı, bar kaybolmuştu. Eski, kırık tahta parçalarından başka hiçbir şey yoktu barın yerinde. Elinde sıkıca tuttuğu siyah-beyaz, dikey çizgiler düştü yere. İlerledi sonu çizgiyle çizilmiş kahverengi yolda. Her şey hareketsizdi, bir daha hiç hareket etmeyecekmiş gibi… Yer sarsılmaya başladı bir anda, yolun renkleri dağıldı ve ikiye ayrıldı… Dev bir sarmaşık çıktı yolun ortasından, kahverengiyi siyaha boyadı gölgesiyle. Çakılı kaldı olduğu yere Vosviddin. Sarmaşık yükselmeye başladı ağır ağır, göğe doğru. Ve her yanı sardı sarmaşıklar; metal güneşi, dekorları, yolu. Kaçacak bir yeri yoktu, her şey kayboluyordu gökyüzünün içinde. Dev sarmaşığa tutundu, tırmanmaya başladı gökyüzüne doğru; kaçmayı denemek istedi. Yükseldi gitgide sarmaşıkla birlikte, bulutları bıraktı gerisinde, mavi uzaylılara el salladı, savaşın ortasında… Aniden kayboldu sarmaşıklar, yere düştü Vosviddin hızla. Yüzünü kaldırdı yerden, gökyüzüne baktı. Hiçbir şey yoktu, sarmaşıklar kaybolmuştu. Set eskisi gibiydi; çevreye saçılan cam parçaları, kesik, kopmuş filmler…
Yerinden kalktı… Yerdeki kesik filmleri toplamaya başladı, cam kırıklarının, canını yakan metal güneşin, havada asılı kalan sahte gülümsemelerin içinden geçerek. Ne kadar kesik film varsa topladı sette. Çizgiyle çizilen yolun sonuna doğru ilerledi, küçük adımlarla; arkasında kovboyları, mavi uzaylıları bıraktı. Cebine koydu ellerinde taşıdığı kesik filmleri. Hepsi bir aradaydı artık… Yaşlı yönetmenin sesini duydu. Arkasından kovboyların, tavanda dans eden kızların, uzaylıların sesini… Çizgiye doğru yol aldı, ardında cebinden düşürdüğü kesik filmlerle… Film başladı yeniden: İlerideki yıkık dekorlara… Plastik… Uzun… Arkasına baktı, bar kaybolmuştu… Yerden kaldırdı kulübeyi ağır ağır, dengede tutmaya çalıştı… Tek kalbi atan oydu sanki… Siyah-beyazdı… Çizgiye doğru yol aldı, ardında cebinden… Kesik filmlerle…


Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat